5.24.2012

Kuş kapanı

Bahar gelsin diye iple çekerdim ama son iki yıldır bu sevincim gölgelendi. Mayıs oldu mu yavru kuşlar yuvalarından çıkmaya başlıyor. Kedimiz Whiskey de onları yakalamak için bahçede pusu kuruyor. Yakalıyor da. İlk işi aceleyle ağızında tuttuğu kuşu eve getirmek oluyor. Genellikle beni bulup avını ayaklarımın ucuna bırakıveriyor. Ben de yerde hareketsiz yatan zavallı kuşu elime alıp bahçeye taşıyorum. Artık korkudan mı, yoksa bir savunma taktiği olarak mı bilmiyorum, ölü gibi duran kuş birkaç saniye içinde hareketleniyor ve elimi havaya kaldırınca uçup gidiyor. Bu şekilde kedimizin avlarını sağ sağlim doğaya teslim etmeyi başarıyordum. Ancak bugün ilk defa bir kayıp verdik.
Brandy'nin garip sesler çıkardığını duyunca ne olduğuna bakmak için oturma odasına gittiğimde ne göreyim? Whiskey hızla bahçeye kaçarken bizim köpek ağızında onun bıraktığı kuşla bana bakıyor! Hemen yanına gidip ağızındakini bırakması için komut verdim. Brandy ise komutu umursamadığı gibi doğruca bahçeye koştu. Ben de peşinden. Kısa bir kovalamacadan sonra onu yakaladım. Kuşun canlı olduğunu anlayınca sosisten kofteye, kemikten krakere aklıma gelen her rüşveti teklif ettim. Boşuna. Brandy ağızındakini dünyanın en önemli hazinesi gibi benden kaçırıyordu. Zavallı kuş ara sıra gözlerini açıp kapatıyordu, ayaklarını oynatıyordu ama bunun dışında kayıtsız bir teslimiyet içinde olup bitene hiç direnmiyordu. Ben de onu kurtarmak için çabalıyordum. Ama ne yaparsam yapayım Brandy ağızındakini vermiyordu. Benden uzağa kaçıp yanına gelene kadar kuşu ağızından yere bırakıyor koklayıp tekrar kaptığı gibi koşuyordu. Onu kendi haline bıraksam belli ki parçalayıp atacak. Sonunda yavru dayanamadı öldü. Ben de çaresizliğimin verdiği öfkeyle Brandy'nin tasmasını kaptığım gibi boynuna geçirdim ve onu havaya çekerek boğazını sıktım. Brandy havasız kalınca kuşu bıraktı. Onu çekerek olay yerinden uzaklaştırıp ipini bahçe demirine bağladım. Her zaman havlayarak yeri göğü inleten köpeğimizin bu defa hiç sesi çıkmadı. Cansız yavruyu kaldırıp götürmemi olduğu yerden izledi. Döndüğümde onu serbest bıraktım, ama oracıkta yere yatıp uyudu.

Masum ve sevimli köpeğim sanki bir anda soğukkanlı bir katil kimliğine bürünmüştü gözümde.
Oysa doğal bir sürece tanıklık etmiştim. Yaşam zayıf olanı ayıklama konusunda hiç taviz vermiyor. Güçlü olan, güçlü kaldığı sürece yaşamayı hak ediyor. Doğa dediğimiz kusursuz bütünü etkilediğimizi, hatta ona hükmettiğimizi düşünsek de sonunda etkilenen yine biz oluyoruz. Çünkü kusursuz olan doğa biz değiliz. Kusursuzluğa özenmek yerine bireysel olarak güçlü olmak için elimizden geleni yapmalıyız bence. Güçlü olmaktan kastım eytafımızdakileri ezip öldürmek değil tabii. Bedensel, zihinsel ve duygusal olarak en güçlü halimize ulaşmak ve öyle kalmak önceliğimiz olmalı. En azından güçlü olan bir yönümüzü keşfedip bu yönümüzle öne çıkmanın bir yolunu bulmalıyız. İstekler ve hedefler koyacak kadar ve onlara ulaşacak kadar güçlü olmalıyız. Zaafların ve zayıflıkların bizi kurban yapacağını unutmamalıyız.

5.21.2012

Kim korkar 50'sinden?

Ben. Yıllarca korktum. Yaş elli iş bitti ülkesinde yaşamanın kaçınılmaz yan etkisi olsa gerek. Otuzlu yaşlarımın sonlarına kadar aynalar gençliğimi teyid ettikçe rahatlıyordum. Ancak 40'lara merhaba dedikten sonra iş değişti. Etrafımdaki insanların giderek gençleştiğini fark ettikçe endişelenmeye başladım.
Yetişkinliğin ergenliği bence 40'lı yaşlar. Ne gençsin ne de yaşlı. Araya sıkışıp kalmışsın. Ergenlikte nasıl bir iki yaş büyük olmaya özeniyorsan, kırkından sonra her yıl yeni yaşına alışman biraz daha uzun sürüyor. Zamana karşı direnmenin faydasız olduğunu gördükçe, hayatımla ilgili hesaplaşmalarım arttı. Hedeflerimle ilgili bilançolar çıkarmaktan, kar zarar karşılaştırmaları yapmaktan uykularım kaçıyordu. Yaşlanmadan önce yapmak istediğim onca şey varken, gençliğim her gün biraz daha elden gidiyordu. Çaresiz bir oraya bir buraya, bir ona bir buna yönelerek genç kalmanın yollarını aradım. Ama çabalarım bir işe yaramıyordu. Genç kalan hep etrafımdakiler oluyordu. Bana ise her yıl bir yaşın daha yükü biniyordu.
Sonunda eşikten geçtim ve 50 oldum. İlk iki yıl büyük bir doğal afeti atlatmış gibi şaşkın ve ürkek yaşadım. Her sabah endişeyle uyanıyordum. Sanki aynaya baktığımda yaşlı bir insan görecekmişim gibi geliyordu bana.
Geçen pazar 53 oldum. Nedense kendimi çok rahatlamış hissediyorum. Sanırım yaşlanmanın dış görünüşle ilgili olmadığını anladım sonunda. İnsanın yaşını yaşama biçimi belirliyor. Yani hayata karşı duruşu. Daha doğrusu uyumu. Gençliğin sırrı bence olup bitene direnmek, elindekilere tutunmak yerine, bulunduğun duruma uyum sağlayabilmek ve olumsuzlukları bırakabilmek.
Bir günde kaç defa gülüyorsan o kadar gensin. Gülemiyorsan yandın! Kaç yaşında olursan ol, yaşlısın!
Örf, adet, unvan, yetki, konum ve hepsinden önemlisi kırışıkları kafana takmadan gül. Güldükçe gençleşirsin. Gençleştikçe de gülersin. Şimdi ellili yaşlarımın tadını çıkarıyorum. Daha ileri yaşlarımı da iple çekiyorum.
Yeni yaşam felsefem: No Botox, no regrets!

5.15.2012

Dare to lose Face!

Bir dehayı dürtersen işte böyle olur. Popüler olamanın öfkesiyle delikanlı damarı kabaran üniversiteli genç intikamını fena aldı. Sorununu çözerken onu sinirlendiren birkaç akranını ezip geçmekle de yetinmedi, tüm dünyayı parmağında oynatacak bir yol buldu. Artık arkadaşım yok diye kimse üzülmeyecek. İsteyen cin zeka Mark sayesinde istediği kadar arkadaş edinebilecek. Hem de kendisi hakkında ne kadar çok bilgi paylaşırsa o kadar çok insanla bağlantı kurabilecek.
Başlarda pek güzel bir iletişim kanalı gibi gözüktü bana Facebook. Birbirlerini yıllardır görmeyen insanları bir araya getiren, dünyanın aslında hiç de o kadar büyük olmadığını düşündüren bir mucize ağ yaratılmıştı. Ben de bir heves üye olmuştum. Sanırım 2006 başlarıydı. Ama bir süre sonra sanki sanal bir pazar yerinde dükkan açmış gibi hissettim kendimi. Vitrinimi ne kadar eğlenceli, değişken ve yaratıcı tutarsam, kasama da o kadar arkadaş dolacak bir sistem içindeydim. Hedef tabii kendi markamı yaratmaktı. Marka olarak beğenildiğim oranda çevrem ve nüfusum yani gücüm artırıyordu. İşi gücü, daha doğrusu gerçek hayatımı bir yana bırakıp sanal patronluğumu korumak için gece gündüz çalışır buldum kendimi. Bir yılımı doldurmadan iflas edip dükkanı kapattım.
Facebook beni kaybetti ama kazandıkları Mark arkadaşımızı yeni bin yılın adamı yaptı. Özellikle ünlü markalar bu eşsiz pazarlama ağını keşfedince iş rayına oturdu. Şimdi film yıldızlarından politikcılara, bankalardan patates cipsine kadar herkesle ve her şeyle "arkadaş" olabiliyorsun. Facebook'a üye olman ve istediğini beğenmen yeterli.
Markalar bu işten çok karlı çıktı. Artık hedef kitleleriyle ilgili tüm bilgiler ayrıntısına kadar parmaklarının ucunda. Üstelik bedava. Onlara hayır diyecek kimse kalmasın diye şahlanmış gidiyorlar. Çok geçmez yeni mesleklere Facebook pazarlama yetkilisi ve Facebook veri toplama uzmanı eklenir eminim.
Egomuzun at koşturabildiği, her birimzin kendi dünyasının kralı olduğu böyle bir ortamın tadını çıkarmak varken insan yanımız yine ağır basıyor ve suyunu çıkarmak için elimizden geleni yapıyoruz. Bugünlerde Facebook'da olmak ve olmamak diye bir sosyal statü bile oluştu. Ben bu statüye meydan okuyorum. Hatta tüm sosyal ağlara meydan okuyorum. Yüzsüzlüğümü ilan ediyorum. Daha doğrusu yüz yüze görüştüğüm birkaç arkadaşımı Facebook'un milyonlarına tercih ediyorum.