2.29.2012

Tanrılar kırmızı sever


Melekler şehrinin kutsal ormanında yaşayan tanrılar bir kez daha ölümlüleri selamlamak için toplandılar. Muhteşem giysileri, kusursuz güzellikleri ve herkesi hayranlık içinde bırakan varlıklarıyla televizyon kanallarını ve interneti kapladılar. Görkem ve bolluk içinde yaşamanın doygunluğu ile kırmızı halıda poz verdiler. Zarif edaları, asil gülümsemeleri ve parlak bakışlarıyla herkesi cennetin var olduğuna inandırdılar.
Onları izlerken sürekli gülümsediğimi fark ettim. Tüm sıkıntılarımı unuttum. Sanki ben de onlardan biri oldum. Sanki bir anda tüm hayallerimi gerçekleştirecek güce kavuştum. Sonuçta onlar da benim gibi insan doğmuşlardı, hala insan gibi görünüyorlardı.
Sonra düşündüm. Şimdi büyük bir felaket olsa. Dünyaya göktaşı düşse. Bildiğimiz tüm teknoloji yok olsa. İnsanların çoğu ölse. Hayatta kalanlar nasıl devam eder? Belki de kutsal ormanın tanrılarının etrafında toplanırlar. Onların liderlik etmesini beklerler. Belki onların resimlerine bakarak güç kazanırlar. Onların şarkılarını söyleyerek rahatlamaya çalışırlar. Belki de onların resimlerini sergiledikleri veya şarkılarının çalındığı yerler yaparlar. İsteyen istediği zaman oralara gidip zaman geçirebilsin diye. Zeus ve Hera'nın ortaya çıkışının da böyle olmadığı ne malum? Ya tapınaklar aslında bir zamanlar herkes tarafından bilinen ünlü kişiler için yapıldıysa? Bence Jack Nickolson mükemmel bir Zeus olur. Meryl Streep'de Hera için çok uygun. Brat Pitt neden Apollo olmasın? Scarlett Johansson Afrodit, Angelina Jolie de Athena...
Kutsal Orman'ın tanrıları ölümsüzlük iksirini içmiş olmanın ayrıcalığını yaşıyorlar. Bize ne olursa olsun onlar hep yaşamaya devam edecekler.

2.17.2012

Yazacak kadar yalnız...

Geçen gün Anthony Bourdain'in programını izliyordum. Amerikalı şef. Dünyanın çeşitli şehirlerine gidip sadece orada yaşayanların tercih ettikleri restoranların yemeklerini tadıyor. Aynı zamanda o ülkeye turistik olmayan bir gözle bakıp, eğlenceli ve etkili yorumlar getiriyor. Önceleri küfürlü ve aykırı tarzını yadırgamıştım, ama Bourdain'in aşçılığının gerisinde lafını sakınmayan, şiirselliği de elden bırakmayan, gezgin bir yazar gizlendiğini fark edince, onu keyifle izlemeye başladım. İşte, geçen programında Bourdain aklıma takılıp kalan bir yorum yaptı: "Yazarlar aslında herşeyin dışına atılmış, yapacak bir işi kalmamış yalnız kişilerdir. Yazıyorlar, çünkü başka bir şekilde kendilerini ifade edecek, rahatlayacak veya eğlendirecek durumda değiller. Yaşamdan yazacak kadar soyutlanmamış olsalar, gidip arkadaşlarını bulurlar, ya da birileri onları."
Hmmm. Bu sözler beni düşündürdü. Kendimi bildim bileli hep birşeyler yazmak istemişimdir. Hevesle başlayıp, tamamlamadan bırakmışımdır. Zaman yetersiz gelmiştir. Araya birşeyler girmiştir. Hayat beni yazmaktan hep alıkoymuştur. İçimde saklı kaldığını düşündüğüm yazarı gün ışığına çıkaramadığım için yıllarca kahrolmuşumdur. Sanki bir roman yazsam kitaplarım sattıkça satacak. İnsanlar okudukça etkilenecek, değişecek. "Bir yazsam" diye geçti yıllarım.
Bugün beni yazmaktan alıkoyduğunu düşündüğüm tüm unsurlar ortadan kalktığı halde, hala "romanımı yazacak" zamanı bulamıyorum. Belki de yaşamın içinde olmayı daha çok seviyorum. Biriktirip, kapanıp, tek başıma, sessizce içimi dökmek yerine her gün hayatın beni büyülemesine izin veriyorum. Cıvıl cıvıl renklerine, tatlı acı heyecanlarına kapılıp yazmayı bir gün daha erteliyorum. Sevdiğim  insanlarla olmayı, zamanımı onlarla doldurmayı tercih ediyorum.
Varsın bu dünya çok önemli bir yazarından yoksun kalsın! Kendini günlük zevklere, küçük mutluluklara kaptırdı yazar olamadı desinler. Çok şükür ki, yazar olacak kadar yalnız kalamadım.

2.15.2012

Sevmeyen ölsün!

Vatana millete mübarek olsun, artık bizim de bir sevgililer günümz var. Şişlimizin sevgili Belediye Başkanı Sayın Sarıgül, Power Fm yayınına capcanlı bağlandı ve hepimizin Sevgililer Gününü sabahın erken saatinde kutladı. Kutlamakla kalmadı bir de hepimizi gecenin geç saatlerine kadar vur patlasın çal oynasın, el ele, baş başa, görenleri çatlatmaca oyununa davet etti. Yer de son yılların en sokaktaki sahnesi Nişantaşı. Sevgilini kap gel, tabii cüzdanını da. Sadece kredi kartı da olur. Hediye almasan bile en azından bir yerlerde birşeyler ye veya iç. Sevgilin yoksa eşin de olur. Aşkını tazelersin fena mı? Peki her ikisi de yoksa ne olacak? Ne ayıp! Olmaz öyle. Toplum dışı bir durum. Sosyal gerekliliğini yerine getirememiş olmanın eksikliği ile ezil. Kahrol. Bir dahaki sefere mutlaka birini bul!
Anneler günü, Babalar günü, 23 Nisan Çocuklar günü derken hayatımıza önemli bir gün daha girdi böylece: Sevgililer Günü. Eskiden kırmızı gül veya çikolata sevgiliyi mutlu ediyorken, bugün iş çok daha ciddileşti. Bir defa hediye verme iki yönlü oldu. Kadın olma ayrıcalığı hükmünü yitirdi. Sevgilin varsa hediye alacaksın.Yine de kadınlar talepkar olma ve sevgililerini strese sokma konusunda üstünlüğü ellerinde bulunduruyor.
İyi güzel de sevgililer gününde sevmeyenler ne yapacak? Dişini sıkıp 14 Şubattan sonra ayrılacak tabii. Yalnız olanlar zaten hiç kafalarını kaldırmasın. Ya da Nişantaşı Şenliklerinin bir etkinliği olarak bir darağacı kurup aleme ibret olsun diye asalım onları. Giyotin de olur. Kafalarını sopalara geçirip eleden ele gezdiririz. Zaten o gün pek çok gönüllü çıkacağını da tahmin edebiliyorum. Utanç içinde yaşamaktansa onurla ölmeyi tercih edenler olabilir. Özellikle ayrılık acısı içinde kıvrananlar çok uygun olur diye düşünüyorum.
Bu günün tek iyi tarafı 24 saatten daha uzun olmaması! Şafak 15 Şubat!

2.12.2012

Söz mü?

Ağızımızdan çıkan her sözün ne kadar güçlü olduğunu deneyimiyorum şu sıralar. Daha doğrusu söylediğimiz ne olursa olsun karşımızdaki üzerinde mutlaka bir etki yarattığını görüyorum. Dilimizin aslında her zaman ateşlenmeye hazır bir silah olduğunu fark ediyorum.Ya da istediğimiz anda kullanabileceğimiz şifa veren bir ilaç. Duruma göre, keyfimize göre aldığımız etkiye göre değişebilen bir güç. Şeytan ve melek yanlarımızı açığa çıkaran noktamız. Ne yazık ki bu etkili özelliğimzi bilinçli kullanmıyoruz. En azından benim bu konuda pervasızca hareket ettiğimi söyleyebilirim. Söz bu çünkü, söylediğin anda yok oluyor sanıyorsun. Zorda kalırsan söylediğini inkar edebiliyorsun, hatta biraz ustalıkla tam aksini bile iddia edebiliyorsun.
Oysa yok olmuyor hiçbirşey. Sen içinden söküp attığını sansan bile söylediklerin, duyanların beyinlerine takılıp kalıyor. Umursamadıkları gibi görünseler bile her söylediğin onlarda yaşamaya devam ediyor. Hele uygun zemini bulurlarsa durmadan çoğalıp tüm zihnini kaplayabiliyorlar. Sözlerin görünmez olduğuna aldanmamak gerek, onlar zihni bir defa ele geçirdiler mi bedenin de efendisi oluyorlar. İşte o zaman saldırgan kim, kurban kim karışıyor. İnsanlar gördüklerini yargıladıkları için görünmeyen tetikçiler melek kılığına bürünüveriyor.
Dilimin gücünü fark etmiş olsam bile onu akıllıca kullanmak konusunda ne kadar başarılı olacağımı kestiremiyorum. Söylediklerim kadar duyduklarımın da bilincinde olmam gerekiyor bu durumda. Ama duydukların karşısında kendini ne kadar koruyabilirsin ki? Her an her yerde sözlerin saldırısı altında yaşıyoruz. İş yerinde, sokakta, evde, radyo, TV, insanalar sürekli konuşuyor. İsteyerek, istemeyerek kulaklarımız dinliyor.Beynimiz söyelenenleri yakalayıp uygun uygunsuz bir köşelere sıkıştırıveriyor. Zihnimiz onları aynı hızda hazmedemediği için şişiyor. Sonuçta kayıtsızlaşıyor veya patlıyor. Duruma göre. Obez veya tetikçi olup çıkıyoruz.
Şimdi Budist rahipleri daha iyi anlıyorum. Neden günlerce konuşmadan yaşadıklarını. Ya da kendilerini tecrit ederek sözlerin olmadığı ortamlarda bulunduklarını. Sessizliğin aslında en büyük şifa olduğunu. Sessizlikte yeterli süre geçirince zihninmizin de durgunlaştığını anlıyorum. Durgun bir zihinin ne kadar değerli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Kendimi tanımak için. Güçlü ve zayıf yönlerimi kucaklamak için. Hiçbir sözün etkisi altında kalmadan ve etrafıma kurşundan sözler savurmadan ne istediğimi bulmak için.
Bugünkü niyetim: Tam bir gün boyunca söz söylemeden ve etrafımdaki sözlere kendimi kapatarak geçireceğim. Kulağımda sevdiğim bir müzikle doğada yürüyüş yapacağım. Kedim ve köpeğimle ve çiçeklerimle ilgileneceğim. Keyifle yemek yapıp tadına vararak yiyeceğim. Bir gün boyunca TV, radyo, telefon ve insanlardan, yani sözlerden uzak duracağım.

2.01.2012

kar, daha çok kar

Bu kadarını uzun zamandır görmemiştim. Durmadan yağdı. Gündüz gece, sabah akşam. Sanki gökyüzünden pudra şekeri yağıyor. Uçucu, ince, küçücük kar taneleri ortalığı toz duman ediyor. Bu sabah en inatçı sürücüler bile havlu attı bizim burada. Karda yürümek bile zor. Bir anda dizine kadar gömülüyorsun o beyaz bulutların içine. Evet bulutlar yeryüzüen indi sanki. Köpük köpük, dalga dalga. Rüzgar keyfine göre şekil veriyor onlara. Güneş ara sıra kendini gösterse de, kar onu umursamadan yağmaya devam ediyor. Gece ise ayrı bir mucize. Gündüz gibi her yer parlıyor. Kızıl bir aydınlık saati şaşırtıyor.
Ne yazık ki bu kadar çok kar olmasına rağmen karın yoğunluğu kardan adam yapmaya yetmiyor. Kar topu bile yapmak zor. Eline aldığında toz gib dağılıveriyor. Çatılarda biriken kalın tabakaların kenarlarında dev buz sarkıtlar var ama. Çeşi tçeşit, boy boy her evi süslüyorlar. Çimler ve çiçekler çoktan derinlere gömüldü. Ağaçlar bile daha kısa görünüyor. Sabahları ve akşamları kar küremeye başladık. Yolumuzu açık tutmazsak kapımızı da açamayacağız çünkü.
Karda yürümek ve iş yapmak insanı tatlı bir şekilde yoruyor. Ne zaman sıkılsam kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda çevremin güzelliği beni gülümsetiyor. Sanki her köşe ayrı bir fotoğraf. Bu güzelliklerin tadını çıkarabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Bu günlerin tam anlamıyla tadına varmak için böyle bir yürüyüşün ardından sıcak şarap gerekiyor. Buz gibi ayazdan sıcacık evime girip üzerimdeki kalın giysileri çıkardıktan sonra rahat bir köşeden bardağın içindeki sıcak şaraptan bir yudum almak mutluluk işte.
Yapması da çok kolay, yapın yeter ki. İlk fırsatta: Carpe Diem!

Sıcak şarap
Bir tencereye silme bir çay bardağı şeker koyun, 1 silme su bardağı su ekleyin. Ateşi açıp eriyene kadar karıştırın.
İçine 1 çubuk tarçın, (daha güzel bir dem için 3-4 tane karabiber, 1 tatlı kaşığı rezene tohumu ekleyin)
1 portakalın suyu veya 2 mandalinanın suyunu ekleyin
1 limonun kabuğunu rendeleyip ekleyin
Bu karışımı 5 dakika kaynattıktan sonra ocağın altını kısın ve 1 şişe kırmızı şarap ekleyin
Karışımı kısık ateşte 5 dakika demledikten sonra
Süzgeç kullanarak bardaklara doldurun.
İster sadece kendiniz için yapın ister yürüyüşlerini sizde sonlandıranlarla için. Bu kış günlerinin tadı sıcak şarapla çıkar