1.27.2012

Ağaçlar neden yapraklarını döker?

Çünkü yapraklarını dökmeyenleri soğuk çarpıyor. Kar ve ayaz ne yaprak bırakıyor ne de sürgün. Oysa kışa rağmen coşkuyla açan bitkiler ne kadar da hoşuma gider. Mevsimin haşin havalarına meydan okuyarak, her güneş çıktığında fiyakalı bir şekilde parlayan o yaprakları ve çiçekleri gördükçe umutlanırım. Bir an için kuru ve renksiz aylara takılıp kalmış olduğumuzu unuturum. İçimde bahara has bir pervasızlık uyanıverir. Günüm ne kadar sıkıntılı olursa olsun, kolayca üstesinden gelecek gücüm varmış gibi gelir. Az ötede pembe bir gül çalıların arasından göz kırpar, hemen yanımda sardunyalar rengarenk yazı çağırıştırır. Erik ağacının kuru dallarına inat Acem Borazanı goncalarını açtırmak için güneşe tutar. Kışa teslim olmuş tüm diğer bitkilerle alay eder gibi onların yaşayamadıkları o güneşli günün tadını çıkarırlar.
Ama kış bu. Güneşi soğuk takip etti. Kar, fırtına, ayaz. Sadece iki gün. Ama yetti. Ne yaprak kaldı, ne çiçek. Hepsi soğuktan yandı. Sanki azılı bir katil bahçelerde katliam yapmış gibi. Solmadan, kurumadan öldü tüm deli çiçekler. Kopamadan asılı kaldılar ana gövdelerinde. Sanki donup kalan göz yaşları gibi.
Bana kendi göz yaşlarımı hatırlattılar. Yaşadığım hayal kırıklıklarımı. Etrafımdakilerin uyarılarını dikkate almadan, sezdiğim tehtidlere aldırmadan, sadece içimdeki coşkunun ve sevincin sesine kulak verdiğim günlere döndüm. Tıpkı güneşin ardından gelen ayazın yaktığı yapraklar gibi içimde ölen duyguların acısını hissettim.
Şimdi yapraklarını döken ağaçları daha iyi anlıyorum. Zamanında veda etmesini biliyorlar. Yapraklarını sevgiyle uğurlayıp, gururla soğukları karşılıyorlar. Meydan okumak yerine, yaşamı yeniden kucaklayacakları günleri bilgece bekliyorlar. En güzel yaprakları, çiçekleri hatta meyveleri içlerinde saklıyarak kışın hüküm sürmesine izin veriyorlar.
Yine de zamansız açan çiçeklere ayrı bir hayranlığım var. Sonlarının ne olacağına aldırış etmeden, yaşadıkları anı renklendiren, hayatları ve ölümleriyle etraflarındakileri etkilemeyi başaran, o asilerin kalbimdeki yeri bambaşka.

1.25.2012

Call Center'e takılıp kalırsın inşallah!

Ben kimi kızdırdım da call center'in eline düştüm bilmiyorum. Ama öyle bir düştüm ki içinden çıkamadım.
Önce yetenek sınavlarından esinlenen giriş menüsünü aşabilmek için birkaç defa baştan başlamak zorunda kaldım. Duygudan yoksun ama kibar bir kayıt, bana ya yanlış tuşlama yaptığımı ya da zamanı iyi kullanamadığımı bildirdiği için ben de telefonu kapatıp baştan arıyordum. Her defasında girişteki yeni hizmetler bölümünü dinlerken sinirlenmemek için derin nefesler aldım. Bu robot kayıt labirentinden kurtulup canlı bir insana ulaşmak konusunda kararlıydım. Bu nedenle müşteri temsilcisine bağlanacağımı müjdeleyen kayıdı dinlediğimde sınavı geçen çocuklar gibi sevindim. Ancak bu sevincim pek uzun sürmedi başka bir kayıt beklemem gerektiğini söyleyerek beni müzikli başka bir kaydıda attı. Sürekli tekrarlanan sloganlara ve cızırtılı melodilere dayanmak ayrı bir zorluk olarak çıktı karşıma. Birkaç defa telefonu kapatıp içine düştüğüm kabustan kurtulmayı düşündüysem de vazgeçmeden dayanmam gerektiğini telkin ettim kendi kendime. Bir de tekrar baştan başlamayı göze alamadım doğrusu.Sonunda canlı bir insan sesi çıktı karşıma. Bir an sevinçten ne söyleyeceğimi bile unuttum. Onca kayıttan sonra canlı bir insanla karşılaşınca akrabamı bulmuş gibi sevindim. Ancak sorunumu aktardıktan sonra telefonun diğer ucundakinin de bir tür robot olabileceği konusunda ciddi şüpheler duymaya başladım. Kibar, sakin ama anlamsız cevaplar veriyordu. Belli ki önündeki ekrandan okuduğu cümleleri tekrarlıyordu. Ancak hiçbiri benim sorunuma çare olmuyordu. Anlaşılan kayıtdışı bir sorunum vardı. Baktım olacak gibi değil, şikayet bildirmek istediğimi söyledim. Canlı robot şikayeti ekranına kayıt etti. Nasıl takip edeceğimi sorunca da bana gülümseyen bir sesle: "Call center'i aramanız yeterli."deyiverdi.
Call center ya da namı-diğer çağrı merkezi teknolojinin yarattığı bir kolaylık olması gerekirken insanları canlarından bezdiren bir işkence mekanizması bence. Nerede o güzelim eski günler? Hani "bana müdürü çağırın!" diyerek gürlediğimiz muhteşem zamanlar? Sanki depremde yıkıntılar arasında canlı insan arar gibi olduk. "Kimse var mı orada" diyerek boşa bağırıp duruyoruz. Bugün herkes yetkili, işler tanımlı kurallar ve uygulamalar çerçevesinde yürüyor. Kurumsal, formatlı, kurallı herşey. Farklı oldun mu yandın. Tanımlanmamış alanda duran için hizmet de, çözüm de, hayat da yok.

1.18.2012

Savaş ve soğuk savaş. Barış mı? O da ne?

Savaş var. Komşumla. Sıcak tartışmalardan, bağırışmalardan sonra şimdi soğuk savaştayız. Konuşmuyoruz, yolumuzu değiştiriyoruz, birbirimizi uyarmak için aracı kullanıyoruz. Bu ilk de değil. Bugüne kadar hangi evde oturduysam komşular arasında hep böyle durumlar yaşadım. Savaş insanın doğasında var. Ülkeler savasınca başımızı sallayıp ne var niçin barış yapmıyorlar diye onları yargılayıveriyoruz. Oysa kapı komşumuzla bile geçinemiyoruz. Bir tek o mu? İş yerinde, okulda, sokakta bir anda ipleri kopardığımız olmuyor mu? Eşimizle, sevgilimizle, aile fertleriyle durum farklı mı? Hadi itiraf edelim, hepimizin bir kara defteri var. İster "ne kadar ekmek, o kadar köfte"diyelim, ister "karma yasası", hepimiz "sen bana, ben de sana" diye yaşıyoruz. Bu alışverişe hile karıştığı an durum kontrolden çıkıyor. Kimse hesapta açık vermek istemiyor. Karşı tarafın kara geçtiğini anlayan, savaş borazanını kaptığı gibi hücuma geçiyor. Gerisini hepimiz biliyoruz. Hayal kırıklığı, öfke, sıkıntı. Bazen defterleri yakıp yeniden başlamayı başarıyoruz, ama çoğu zaman iş soğuk savaşa dönüyor. Soğuk savaş adı üstünde çok zor bozuluyor. Nedenini bile unutacak kadar uzun zaman takılıp kalabiliyoruz buzun içinde.

Peki herkesle her zaman iyi geçinenler var mıdır? Bence bu ancak kimseyle uzun süreli ilişki kurmayanlar için geçerli olabilir. Süre uzadıkça sabır tükeniyor. Bunun bir nedeni de kimsenin kimseyi gerçekten dinlememesi. Dialog dediklerinin aslında kişilerin kendi kafalarındakileri karşı tarafın sözlerini kullanarak tekrarladıkları monologlar. Her iki taraf da sürekli konuştuğu halde anlaşamadıklarını fark edince geriliyor. Önce sağır bir insanla konuşur gibi bağırmaya başlıyoruz, sonra da içimizdeki savaşçıyı ortaya çıkarıveriyoruz. Gurur, namus, onur gibi tetikleyiciler sayesinde kendimizi kızgın bir savaşın içinde buluyoruz.

Oysa öyle yapmasak. Çıkar hesabı tutmak yerine uzlaşmaya çalışsak. İnatlaşmayı bir yana bırakıp anlamaya açık olsak. Yargılarımızdan arınarak dinlemeyi bilsek. Durduğumuz noktadan gördüklerimizin başka bir yerden farklı görüneceğini kabul edebilsek. Daha zengin, daha güçlü, daha başarılı, daha nasıl isterseniz öyle bir dünya yaratmış olmaz mıyız?

1.17.2012

İz bırakmanın keyfi

Bizim buralarda her kış kar yağıyor. Her yanı kaplayan, beyaz gerçek kar. Şehirdeyken kar hep kabus ile örtüşürdü benim için. Gökyüzünden düşen kar taneleri trafik, tıkanıklık, sıkıntı getiren soğuk bir bulamaçın habercileriydi. Tenha kış gecelerinde dünyaya inmeyi başaranlar sabah bir an için beni şaşırtıp gülümsetse bile, günün devamında yaşadıklarım o anı hafızamdan silip atıyordu.
Oysa şimdi kar tanelerini sevinçle karşılıyorum. Meğer yeryüzüne düşerken dans ediyorlarmış. Çoşkuyla atlayıp sekerek yine havaya zıplıyorlarmış. Birbirlerine neşeyle dokunup kendilerini keyifle yerçekimine bırakıyorlarmış. Beni neden gülümsettiklerini de anladım, hepsinin ama hepsinin yüzünde gülücükler var. Sessiz, yumuşak ve uyumlu bir şekilde kondukları herşeyin üzerini örtüyorlar. Her kar yağısını takıp eden öfkeli ve sert ayaza beyaz bir kalkan oluşturuyorlar. Kar geceden yağmaya başlamışsa, sabahı iple çekiyorum. Pencereden baktığım an içimdeki çocuğu zapt etmek iyice zorlaşıyor. Bir an önce çıkıp kimsenin yürümediği o bembeyaz, yumuşacık halının üzerinde ayak izlerimi bırakmak için sabırsızlanıyorum. Tanıdık çevremin bu sihirli örtüyle ne kadar değiştiğini görmek istiyorum.
Bu konuda benimle yarışan biri daha var: köpeğimiz Brandy. Bana fırsat tanımadan fırlayıp o kusursuz örtünün her yanını duman ediveriyor. Onun karların içinde yuvarlanarak, en derin yerlere, kıyı köşeye hızla koşup izlerini bırakmasını izlerken içten içe bir kıskançık duyduğumu itiraf etmeliyim.
Hepimizde var bence bu ilk olma, iz bırakma isteği. Ancak ne yazık ki karın bize sunduğu beyaz ve pürüsüz yollar pek yok gerçek hayatta. İlk olmak için birilerini geçmek, ezmek, atlamak gerekiyor çoğu zaman. Bıraktığımız izin fark edilmesi için kararlılık, süreklilik ve çaba gerekiyor. Hepsinden önemlisi kendini öncelemek ve hedefine odaklanmak gerekiyor. Belki de kara değil de tanelerine bakmak lazım, onlardan örnek almak lazım. Kar tanesi her ne kadar küçük ve dayanıksız olsa da, yeryüzüne yolculuğunu zevkle yapıyor. Tadını çıkarıyor. Telaşı, hırsı yok. Dans ediyor. Çünkü biliyor ki vardığı yerde başka kar taneleri onu karşılayacak. Onlara katıldığı zaman güçlü ve dayanıklı bir bütünün parçası olacak. Beyaz, büyük bir mucize olacak.

Bugünkü niyetim:
Arkasına bakmadan koşup önündekileri kenara itip atarak ilerlemeyi başarı sayanların önlerine hep yeni engeller çıkacağını anlamalarını diliyorum. Yaşadığım her gününün yere konan kar taneleri gibi hayatımı oluşturduğunu anlıyorum. Tek bir kişi olarak ne kadar etkisiz görünsem de, aslında güçlü bir bütünün parçası olduğumu fark ediyorum. Bu gücün etkisini içimde hissederek etrafımdaki yaşamı korumaya ve yaratılan tüm mucizelerin bir parçası olmaya niyet ediyorum.

1.16.2012

Organik mi?

Bugün alışveriş yaparken bir an durdum. Kafam karıştı. Genelde neyi niçin aldığımı bilen bir tüketici olmakla övünürüm. Yenilikleri izlerim. Ambalajların üzerindeki küçük yazıları okur, ürünü tanımaya çalışırım. Alıp denerim. Beğendiğim ürünün papucu dama atılana kadar da o ürüne sadık kalırım. Son zamanlarda bu alışkanlığımı sürdürmekte zorlanır oldum. Yeniler çoğalmakla kalmadı, eskiler de kendi çaplarında farklılaştı. Alışveriş yapmak, hele büyük bir markette alışveriş yapmak profesyonel danışmanlık gerektirecek ciddi bir iş haline gelmeye başladı. Abartmıyorum. Bugün yumurta alırken anladım bunu. Sanki sözlüye kalkmış da heyecandan çalıştıklarımı unutmuş gibi donup kaldım yumurtaların önünde. Raflardaki paketler pazardaki satıcılar gibi kendilerini öne çıkarmak için bağırışıp duruyorlardı. Önce elim her zaman olduğu gibi organik yumurtalara gitti. Mr Organik marketleri ele geçirdiğinden beri bütçem yettiği oranda onun ürünlerini almaya çalışıyorum. Hatta raflarda kendine çekinerek yer bulmaya çalıştığı o ilk dönemlerinden beri onu yüreklendirenlerden biriyim. Bugün ekmekten tavuğa, yoğurttan meyve sebzeye kadar her alanda gururla boy göstermesi o nedenle hoşuma gidiyor. Tam paketi alıyordum ki gözüm Doğal Bey'e takıldı. Gerçi onun havalı sertifikaları ve damgaları yoktu ama fiyatı daha uygundu. Doğal Bey'in kesinlikle sadece "mutlu" tavukların yumurtalarını sattığı konusunda ikna olmak üzereyken Köy Efendi ile göz göze geldim. "Yumurta dediğin köyden gelir organikmiş doğalmış bunlar acemi işidir" der gibi bir köşeye kurulmuş, "beni bilen alır" edasıyla etrafı süzüyordu. Şimdi gel de çık işin içinden! Hani yumurtaların selenyumlu, şu bu vitaminli, extra büyük, çift sarılı, sade kahverengi veya beyaz gibi ufak tefek takıntılarını görmezden gelmeye alışmıştım, ama Mr Organik'e meydan okumaya kalkışan Doğal Bey ve Köy Efendi beni şaşırtmayı başarmıştı. Sonuçta yürüdüğüm yoldan ayrılmamaya karar verdim ve organik yumurtalarımı sepete koyup alışverişime devam ettim.

Organik üretimi desteklemeye devam edeceğim, ama ne yazık ki kafama takılan pek çok soru da var. Yeni bir düzen için yatırım yapıp insanlara böyle güzel bir yol açan kişilerin neden can alıcı noktaları önemsemediklerini anlamıyorum. Örneğin bir organik yumurta markası var, yumurtaları viyole koymakla yetinmiyor üstüne kağıt poşet geçiriyor. Bugün faturaların bile ağaçları korumak kaygısıyla kaldırıldığı bir dönemde neden buna dikkat etmiyorlar? Sonra organik tavuk sağlığa zararlı köpük tabaklarda satışa sunuluyor. Hele yoğurtlar! Onlar da kanser yaptığı bilinen plastik kaplarda! Bir de sütler var. Organik ama bilmem ne kadar yıl doğada çözünemeyen dayanıklı ambalajlarda.

Bugünkü niyetim
Gücümü beni mutlu eden bir dünyayı oluşturmak için harcamak. Hoşuma giden ürün veya hizmet üretenleri maddi ve manevi olarak desteklemekten vazgeçmemek. Gerektiğinde onları eleştirerek daha iyi olmalarına yardımcı olmak.
Bugün bireysel gücümüz her zamankinden daha fazla. Her türlü iletişim kanalına sahibiz. Bu gücü keşfedip kendi dünyamızı özgürce şekillendirmek için kullanabiliriz. Durağan, içe kapanık, edilgen enerjilerle kendimizi engellemek yerine, anlaşılmadığımız konusunda şikayet etmek yerine bugün, şimdi bizi rahatsız eden her neyse düzeltmek için kolları sıvayabiliriz.

1.14.2012

Zamanı durduran sıcak çikolata

Kedi, köpek evdeyiz. Güneş bugün izinli. Yerine bulutlar bakıyor. Onlar da biraz abartmış. Hem karanlık, hem de yağmur yağıyor. Soğuk, buz gibi. Soğuk islakla karışınca nasıl giyinirsen giyin üşüyorsun. Üstelik cumartesi. Yani dışarısı kalabalık. Trafik. mağazalar, cafeler, restoranlar, sinemalar, kaldırımlar. Şemsiyeler, kuyruklar, çocuklar, kornalar.
Biz evdeyiz. Ekranda Digitürk şöminesi, smooth jazz kanalında Frank Sinatra'yı dinliyoruz. Hayatı kapının dışında bekletip zamana meydan okuyoruz. Hiçbir şey yapmamanın, sadece var olmanın keyfini çıkarıyoruz. Kedim Whiskey ve köpeğim Brandy bu konuda eşsiz birer hoca oldular bana. Beş işi birarada yaparak ve aslında hiç birini de tam yapamayarak yaşadığım onca yıldan sonra tamamen raydan çıkmış sinirlerimi düzene soktular. Özellikle Brandy beni hizaya sokmakta çok başarılı oldu. Onun hakkını ödeyemem. Bir yaşına kadar durmadan benimle uğraştı. Tabii ben başta sorunun onda olduğunu düşünüyordum. Onu eğitmek için uğraşıyordum. Yaptıklarına sinirlenerek, şikayet ederek, telaşlanıp öfkelenerek didindim duruyordum. Ancak hiçbir sonuç alamıyordum. Öyle bir an geldi ki çaresizlikten tepkisizleştim. Bir de baktım ki Brandy de sakin ve uyumlu. O zaman anladım ki sorun bendeydi. Geçmiş deneyimlerim ve gelecek korkum içinde bulunduğum anı yaşamamı engelliyordu. Kendimi bir kısır döngüye hapsetmiştim. Etrafımdaki herkesi de o döngüye çekmek için uğraşıyordum.
Hayatımızı kararlarımız şekilendiriyor. Üstelik onlar bir diğerine geçtiğimiz anda yok olan basamaklar gibi. Geri dönüşü yok. Her gün bir yığın karar veriyoruz. En önemsiz görüneni bile hayatımızı farklı yapıyor. Bu kadar etkili bir güce sahipken bu kararların ne kadarını farkına vararak veriyoruz? Geçmişimiz, gelecek beklentimiz, çevremiz, sağlığımız, sevdiklerimiz hepsi bizi anımızın içinde yaşamaktan alıkoyabiliyor. En önemlisi de bence zaman. Birşeylere yetişmek, fazla oyalanmamak, zamanı kaçırmamak veya yakalamak için telaş edip duruyoruz. Oysa zamanı uzatıp kısaltmak kendi elimizde. Dakikaların geçmediği veya saatlerin su gibi aktığı zamanları herkes deneyimlemiştir. Zaman bir yanılgı aslında.
İster bugün için yüklü bir programınız olsun, ister evde keyif yapmaya karar vermiş olun. Bir istisna yapın bugün verdiğiniz tüm kararların farkına varın. Ne giyeceğiniz, hangi yoldan gideceğiniz, kiminle ne konuşacağınıza varana kadar. Hatta farkında olarak yürüyün, oturun, nefes alın...Bırakın zaman hırçın bir çocuk gibi çırpınıp dursun. Kararlar sizin, hayat sizin.
Yazmak kolay uygulamak zor biliyorum onun için sizi anda yaşamanın tadına vardıracak sihirli bir iksir tarifi veriyorum:
Zamanı durduran çikolata
Bir kabı orta derece ateş açıp ocağa koyun. 100ml krema, 200ml süt kaba doldurun.
Tepeleme bir tatlı kaşığı kakao
Bir kahve kaşığı hazır kahve (filtre kahveniz varsa 100ml)
Iki tatlı kaşığı bal
100gr bitter veya sütlü çıkolata (paketliyken tezgah kenarına vurarak ufalayın)
ekleyin.
Sürekli karıştırarak özellikle çıkolatanın erimesine dikkat edin. Karıştırmak için tahta kaşık kullanın. Kaynar kaynamaz ateşten alın. Bir mug dolusu bu sıcak iksirden alıp sevdiğiniz bir köşeye oturup içmeye başlayın. Her yudumla hayatınızı sizin sadece sizin şekillendirdiğini fark ederek çikolatanızın tadını çıkarın.

1.13.2012

Armut ve Hardal

"Asla olmaz" diyerek aklınıza gelen bir düşünceyi ters yüz edip zihninizden kovduğunuz oldu mu? Benim oldu. Hatta bazı dönemlerde "yok artık" demekten kendimi alamadığımı hatırlıyorum. Oysa şimdi kanatlanıp uçmak isteyen hayal gücüme neden ısrarla gem vurmak istediğimi çözemiyorum. Sanırım ipleri zihnimin eline geçirdiği zamanlardı. Ruhum ne zaman bir açık yakalayıp beni etkilemeyi başarsa, etrafıma baktığım anda silkinip normların içinde yaşamaya dönüveriyordum. Hatta hayal kurmayı bile unuttuğumu, hayal kuranları da küçümsediğimi gayet iyi hatırlıyorum. Sanki yaşadığım şehirin havasında suyunda birşey vardı. Her nefesle, her yudumla olmazsa olmazlarım artıyor, hayal edecek gücüm tükeniyor...
Ama ben şeytanın bacağını kırdım! Zihni gafil avlatacak, ruhu uyandıracak, hayal gücünü coşturacak bir panzehir buldum! Yapması çok kolay bir salata. Evet salata. Hemen denemenizi öneriyorum. Yüzde yüz başarı vaad ediyorum. Tabii erken teşhis önemli. Gerçi yazdıklarımı okuduğunuza göre kurtulma şansınız oldukça yüksek. Hadi hemen başlayın:

Malzemeler:
Salata için:
Bir avuç doğranmış deveci armudu, bir avuç ince doğranmış lahana yaprağı, iki avuç doğranmış kıvırcık yaprağı, ince doğranmış küçük bir adet kırmızı soğan.
Sos için:
Bir küçük boş kavanozun içine tepeleme 2 tatlı kaşığı Dijon hardalı, 1 mandalinanın suyu, iki yemek kaşığı elma sirkesi, 1 yemek kaşığı zeytinyağı, tuz, karabiber koyun kapağını kapatıp çalkalayın.
Malzemeleri en sevdiğiniz tabağa koyun. Sosu üzerine gezdirin. Hazırladığınız salataya bir bakın. Bir çatal alın ve bir parça hardallı sosa bulanmış armut, biraz soğan ve lahana yükleyin üzerine. Birarada olmasına alışık olmadığınız bu tatları ağızınıza götürürken "asla olmaz" dediğiniz bir konuyu düşünün. Tabii bu konunun aslında gizliden gizliye istediğiniz birşey olması önemli. Eğer deneyimlediğiniz tatlar hoşunuza gittiyse panzehir etkisini gösterdi demektir. Düşündüğünüz her neyse onu hayatınıza katacak gücü uyandırmış oldunuz. Bundan sonra yapmanız gereken "neden olmasın?" sorusuna cevap aramaktır.

Bugünkü niyetim: Kendi hayatına sahip çıkan insanların çoğalmasıdır. Hayatına sahip çıkmadığında senin hayatına sahip çıkan birileri mutlaka oluyor. Sonra bir gün aynada sana bakan kişiyi tanımadığını fark ediyorsun. Ben bu hayata kendimizi tanımak için geldiğimize inanıyorum. Aynaya bakmadığımız sürece kendimizi görmediğimiz için bunu unutuveriyoruz. Başkalarını önceliyoruz, taklit ediyoruz, etki altında kalıyoruz. Oysa kendimizi öncelemekte yatıyor işin sırrı. Yani bencil olmak iyi birşey. Acı biber gibi. Azı karar fazlası zarar. Kendini tanıyan, kendini seven insanlar istiyorum.

1.11.2012

Zenne

Sonunda izledim. Bence sinema tarihi için önemli bir geceydi: Zenne filminin galası.
Davetiye'de "gökkuşağının renklerini giyip gelin" yazdığı halde siyahlar çoğunluktaydı. Ama çoğunluk ordaydı. Kalabalığı oluşturan kişiler birbirinden çok farklıydı ama herkes filmi gerçekleştirenleri alkışlıyordu. Soğuk, yağmurlu, hafta başı bir günde bu kadar çok insanın biraraya toplanmış olması şaşırtıcıydı. Üstelik gelemeyenler için haberi ulaştıracak kayda değer bir basın topluluğu da iş başındaydı.
Sonra Mehmet'i gördüm. Caner'le birlikte sahneye geldiler. Zenne'nin yaratıcıları ve yapımcıları olarak iki kahram gibiydiler benim için. Mehmet'i tanıdığımda 14 yaşındaydı. Ben bir lisede öğretmenlik yaparak potansiyel geleceklerimden birini deniyordum, o ise geleceğini kendisinin şekillendirdiğini çoktan keşfetmiş bir öğrenciydi. Aradan geçen 26 yılda benden kopmadı. Ben kendi karmaşamın içinde kimi zaman boğularak, kimi zaman savaşarak yaşarken hep dingin, derin ve yeni bir esinti olarak günümü aydınlattı. Etrafındakilere uymak yerine kendini anlamaya yönelmesini hayranlıkla izledim. Üstelik hiç aykırı davranışlar sergilemedi. Bencil olmak yerine çoğul olmayı seçti. Caner ile tanıştığı zamanı da çok iyi hatırlıyorum. Gözlerindeki ışığı unutamıyorum. Sanırım 15 yıl geçmiştir aradan. Bireyselliklerini yitirmeden bir olabilen bir çift onlar. Birlikte kitlesel bir güce ulaştılar.
Zenne işte bu gücü temsil ediyor. Duyarlı, bir o kadar keskin. Güldürürken irkilten dili ile izleyeni sarsıyor. İnsanı içine çekiyor, sarıp sarmalıyor sonra bir anda atıveriyor. Duyguların belgeseli sanki. Hepsine bir sahne ayrılmış.
Günler, geceler boyunca biriken emek, hayal, tartışma, kahkaha, inat, gözyaşı, meydan okuma, öfke ve aşk hepsi bir araya gelmiş Zenne olmuş. Zenne'nin tutkulu dansı olmuş.
Mehmet'i ve Caner'i ve hayallerini gerçekleştirmeye yardım eden herkesi alkışlıyorum. Hele oyuncuları alkışlamaya doyamıyorum.
Bundan sonra iki tip insan var benim için Zenneyi görenler ve görmeyenler.

Bugün için niyetim:
Tekliğin kısırlığını kabul ediyorum. Paylaşmanın verimliliğini kutluyorum. Birlikteliğin bir unvan olmadığını, zaman, emek ve sevgi isteyen bir durum olduğunu anlıyorum. Bu durumda kalmayı başaran eşlerin ise kendilerini bile şaşırtacak mucizeler yaratabildiklerine ve dünyayı değiştirebildiklerine inanıyorum.

Köpek hayatı

Köpek sahibi olmak yaygınlaştı son zamanlarda. Benim oturduğum sitede evler bahçeli. İki yıl önce buraya taşındığımızda sadece beş köpek vardı. İki Alman Çoban köpeği, bir Labrador bir Kafkas Çoban, bir de Sıvas Kangal. Bizim Cavalier King Charles onların arasında salon efendisi gibi kalmıştı. Hep bizimle, evimizin içinde, kucağımızda, yediği önünde yemediği arkasında. Günde iki defa yürüyüşe çıkardığım için sitede ünlü olduk. Bunun bir nedeni de her kaka yaptığında yanımda taşıdığım poşetlerle yere bıraktıklarını alıp en yakın çöp kovasına atmam oldu. Sanırım Brandy'nin uyumlu hali ve hepsinden önemlisi sevimliliği de sitedekileri köpek almaya yönlendirdi. Sonuçta son birkaç ay içinde dört yeni köpek site nüfusuna katıldı. Hatta hemen yan komşumuz ikinci bir alman çoban köpeği aldı.
Önceleri aramıza yeni katılan tüylü dostlar olmasına sevinmiştim. Seslerini duydukça kendilerini merak ediyor, Brandy ile onlarla tanışmak için sabırsızlanıyorduk. Ancak kısa zamanda onların yaşam şartlarının çok farklı olduğunu anladık. Brandy pek umursamadı, onlardan uzak durmayı yeğledi. Snobluk kanında var herhalde. Ama ben kayıtsız kalamadım. Yeni alınan Cooker Spaniel Bobby evinden kaçtı. İki gün köpek seven bir hanımın evinde kalmış. Ait olduğu evi bildiğimi düşündükleri için mahallenin çocukları onu bana getirdi. Ben de onu çocukların yardımı ile yine evine götürdüm, kaçtığı deliği bulup kapattım. Sahipleri karı koca tüm gün çalıştıkları için evde yoktular. Sonradan belki de onu geri getirmekle yanlış yaptığımı düşündüm. Bobby tüm günü tek başına küçük bir bahçede etrafı kemirerek geçiriyor.
Komşumuzun aldığı ikinci Alman Çoban köpeği Çanga bir iki ay içinde hastalandı. İlk geldiğinde dört aylık heyecanlı ve meraklı bir yavruydu, ancak geçen zaman içinde hiçbir şeyle ilgilenmemeye kafasını bile zor taşımaya başladı. Sonra öğrendim ki köpeği başkasına vermişler.
Fotoğrafını eklediğim Golden Retriever Çakıl ise neşeli ve sevimli bir kişiliğe sahip. Bir defasında zincirle bağlı olduğu bahçe demirine öyle bir dolanmışti ki, kafasını bile oynatamıyordu. Buna rağmen sabırla sahibinin onu kurtarmasını bekliyordu. Evde kimse yoktu, baktım olacak gibi değil site görevlisini çağırdım. Bahçe kapısını anahtarla açtırdım ve Çakılı kurtardım. O günden bu yana her evinin önünden geçtiğimde birbirimizi selamlarız. Ama bugün gördüklerim beni etkiledi. Sel su bir yağmur yağıyor. Çamurun içinde. Bir yanda kakası bir yanda mama yediği boş yoğurt kapları. İçine bile giremediği küçük bir kulube. Zincir yine boynunda. Duvarda ayak izleri. Bu sabah beni selamlamadı. Sadece baktı.
Şimdi ben mi yanlışım, bu köpeklerin sahipleri mi? Sanırım bende sorun var. Çoğunluk böyle olduğuna göre uyumsuz olan benim. Gereksiz duyarlılık, hatta duygusallık gösteriyorum. Zaten her konuda bir gariplik var bende. Herkesin gördüklerini görmüyorum. Benim gördüğümü zaten başkaları fark etmiyor. Bazen düşünüyorum da yan yana hep bir arada yürüdüğüm bu insanlarla aynı dünyada mı yaşıyoruz diye.

Bugünki niyetim:
İnsanların yaşama sevinci ile dolmaları. Bu yaşama sevincini çevreleriyle paylaşmaları. Birlikte yaşadıkları insanların farkında olmalarını, onlara sevgilerini gösterebilmelerini diliyorum. Ancak o zaman sevileceklerini anlamalarını. Karşılıksız sevgi vermekten kaçınmayan köpekleri de duygusal açlıklarını bastırmak için kullanmamalarını diliyorum.

1.05.2012

Kapanın bile elinde kalmıyor

Hediye gelen bir yeleği değiştirmek için şehire gittim. Mağazanın vitrininde indirim ilanları görünce sevindim. İndirimli reyonlara bakarken bir ürün beğendim hediyeyle aynı fiyat olduğunu görünce almaya karar verdim. Meğer seçtiğim ürünün sadece bir rengi indirimdeymiş o rengi de beğenmediğim için çaresiz aradaki farkı ödemek zorunda kaldım. Sonra çekirdek kahve almak için Starbucks'a gittim. Paket kahve alanlara bir içecek hediye ettiklerini öğrenince memnun oldum. Kahvemi kağıt bardak yerine mugda istediğimi söyleyince kasadaki görevli kaşlarını kaldırıp: "Hepsi bulaşık" deyiverdi. Ben de kaşlarımı onunkilerden daha yukarı kaldırıp "yıkayın o zaman" diye yanıt verince, görevlinin yanında hemen bir başka görevli belirdi ve yetkili bir sesle "hemen yıkarız" diyerek duruma el koydu. Bekleme sırasındaki yerimi alırken şehirli edepsizliğimin nüks etmesinin rahatsızlığını duyuyordum. Şehirde geçirdiğim birkaç saat unuttuğumu sandığım alışkanlıklarımı uyandırıvermişti. Uzun bir bekleme süresinin sonunda kahveme kavuştum. Sıra oturacak bir yer bulmaya gelmişti. Birinci, ikinci ve üçüncü seçeneklerimin kapılmış olduğunu görünce çaresiz, romantik bakışlarla gülüşen bir çiftin ve alışveriş molası veren iki hanım arasına sıkışıverdim. Fısıldaşan sevgilileri rahatsız etmemek ve hanımların sıgara dumanından kaçmak için uğraşırken kahvemden bir yudum aldım. Kızgın sıcak bir o kadar da tatsız bir sıvı ağızımı doldurdu, zor yuttum. İçtiğim şeyin sadece kokusu kahveye benziyordu. Önümdeki masaya kalabalık bir grup oturmaya yeltenince içimdeki şirretlik damarı bir atak daha yaptı. Kahveyi baristanın suratına fırlatmamak ve etrafımı saygısızca saran insanlara hadlerini bildirmemek için kendimi zor tuttum. Derin bir nefes alıp olay yerini kibarca terk ettim. Eve dönmeden yolumun üzerindeki supermarkete uğradım. Beğendiğim marka sütte promosyon vardı. İki tane alınca ikincisi %50 indirimliydi. Dört tane aldım. Jetkasaya gittim aldıklarımın barkotları okuttum ve ödememi yaptım. İşlemi kendim yaptığım için fişimi kontrol ettim. O arada fark ettim ki aldığım sütlere tam fiyat ödemişim. Danışmadaki görevliye durumu anlatınca. Önce "kampanya bitti" dedi. Ben "reyonda ilanı vardı" diye ısrar edince de "yetkilisine" sordu. Sonunda özür dilediler ve yanlışı düzelttiler ama geçen zaman içinde yırtıcı bir hayvan gibi beni zorlayan cadı halimi susturmak için yorgun düştüm. Eve vardığımda saldırgan ve öfkeli bir canavara dönüşmekten kıl payı kurtulduğumu hissediyordum. Hemen kendime bir kahve yaptım. Bahçemde güneşli bir köşe bulup o mis gibi kokulu iksiri yudumlamaya başladım.

Bugün şehirli insanlara şifa diliyorum

Uzun sıralarda bekleyip sahte kahveler içen, yalancı indirimlerle mutlu olan, kalabalıklar içinde kendi köşesini bulmaya çalışan şehirli insanlara sevgi gönderiyorum. Her gün çeşitli şekillerde içinde itilip kakılan, sürekli birileri tarafından aldatılan, tetikte yaşayarak hayatta kalmayı başaran savaşçılar onlar. Hayaller için savaşıyorlar. Her biri en güzel hayali kapmanın peşinde. Oysa hayal bu, kapanın bile elinde kalmıyor.

Çevremizi tanıyalım

Bugün eve geldiğimde kargo şirketinin notu karşıladı beni. Mutlaka almam gereken bir evrak olduğu için çaresiz adresi öğrenmek için notun üzerindeki telefonu aradım. Konuştuğum üç ayrı kişi bana yeri tarif etmek için epey çabaladı, ama not almak dışında söylediklerini hiç anlamadım. Oturduğum semtin ne cadde isimlerini ne de işaret olarak görev yapan binaları tanımadığımı itiraf etmekten de utandım. Elimdeki posta adresine göre Google haritasına bakarak yolu anlamaya çalıştım. Güzergahı not edip arabama bindim. Tabii yanlış bir dönüş yaptığım için kayboldum. Sonrasını komedi dizilerine ilham verecek malzemeler üreterek geçirdim. Trafiği alt üst etmekle kalmadım, olur olmaz herkesi tarif konusunda sınava tabi tuttum. Öyle olunca da kimse borçlu kakmak istemedi uyduruk da olsa bana bir yön verdi. Ben de inatla her söyleneni yaparak oturduğum mahallenin sokaklarını ve binalarını tanıdım. Hatta kurye ofisini bile buldum. Evrakı aldıktan sonra kapıdan çıkarken başımı bir kaldırdım karşı yamaçta evimi gördüm.Dönüşüm sadece beş dakika sürdü. Bu beş dakikada yakın çevremize ne kadar yabancı olduğumuzu düşündüm. Sokaklar ve caddeler bir yana komşularımızı bile tanımıyoruz. tanımamak için de sanki özen gösteriyoruz. Sosyal ağlarda "arkadaş" biriktirme yarışı sürerken yaşadığımız ortamlarda gizemli yabancı olmayı pek seviyoruz. Dünyanın öbür ucundaki biri ile en özel duygularımızı paylaşırken üst katımızdakilerin isimlerini bilmiyoruz.

Bugünki niyetim: Yaşadığım ortamı fark etmek.
Kokusuyla, sesleriyle, renkleriyle mahallemi tanıyacağım. Günün bölümüne, mevsime ve havanın durumuna göre aldığı halleri fark etmenin keyfine varacağım. İnsanların gözlerinin içine bakmaktan çekinmeyeceğim, hatta onlara selam vereceğim. Görmezden geldiğim sokak kedilerine ve sahipsiz köpeklere yakından bakacağım. Yaşadığım dünyayı kucaklayacağım ve ona sahip çıkacağım.

1.04.2012

2012 dedikleri

İşte geldi! O beklenen yıl geldi. Kimilerine göre dünyanın sonu kimilerine göre de yeni bir çağın başlangıcı. Şimdilik olağandışı bir durum fark etmedim. Yani gökyüzü kararmadı, güneş patlamadı, uzaylılar dünyayı istila etmedi, insanlar da doğaüstü güçlere kavuşmadı. Tüm bunlar Hollywood senaristlerinin hayal güçlerinde kaldı. Sıradan bir yıl yaşayacakmışız gibi görünüyor. Gerçi henüz ikinci günündeyiz 2012'nin. Kaldı 363 gün. Üstelik Mayalara atfedilen şu ünlü 12.12.12 tarihine daha çok var. 
2012 de düşüncelerin gerçeğe dönüşeceği söyleniyordu. Yani bu yıl düşüncelerimizle yaratacağız. Yedi milyar tanrının yaşadığı bir dünya nasıl olacak acaba? Üstelik bu tanrıların giderek artan bir bölümü sürekli iletişim halinde. Yani yaratılan düşünceler twitter hızıyla yayılıp kök salıyor. Hatta sosyal ağların verimli ortamında hızla büyüyüp kurallara ve inançlara dönüşebiliyor.Her an her yerde yeni, taze, farklı bir söz, bir düşünce, bir hareket üretiliyor. O kadar çok ki güncelin ömrü kısaldıkça kısalıyor. Zaman herkesin maskarası oldu. Nerede o eski baskın, havalı hali? Günler bir yana saatlerin ve dakikaların bile saygınlığı kalmadı. Herkesin gözü saniyelerde. Hızlı olsun, hemen olsun ya da hiç olmasın. Beklemek en kötü seçenek. Kimsenin beklemeye sabrı yok.

Bugünki niyetim:
Kendime zaman yaratacağım. Yapmak istediklerim için yeterince zamanım olduğunu düşüneceğim. Acele etmeyeceğim. Sabırlı olacağım. Belki planladığımdan daha az yapacağım, ama yaptıklarımın farkına varacağım. Her niyetimin, her davranışımın çevremi, hatta tüm dünyayı etkilediğini düşüneceğim. Sonuçta bu benim dünyam. Tanrı olduğum tek dünya...