11.14.2012

Atam izindeydim!



Kusura bakma yeni döndüm. Ama inan herkes izinde. Zaten milet izinde olmasa durumu anlardı. Yani bize bıraktığın mesajları görürdü. Hepsi gayet açık ve net. Çok üzüldüm. Kaybettiğimiz zamanı telafi etmek için hemen çalışmaya başlayacağım.

"Ordular ileri" diye seslendiğin günden beri hep çaba göstermemiz gerektiğini vurgulayıp durmuşsun, "ileri medeniyetler" düzeyine ulaşmak için durmadan değişmenin önemini anlatmak için her yolu denemişsin. Yerinde duran geri gider. Asıl olan değişimdir diye çırpınmışsın, ama bizim kalın kafalarımıza sokmayı başaramamışsın. Tek başına kalmışsın. Öyle.
Ne yapalım, biz izinde olmak için doğmuş bir millet mişiz meğer. Eh, bu kadar verimli topraklar, çeşitli iklimler, ayrıcalıklı konum, bizi tembelliğe itmiş. Uzanmışız ağaçtaki meyveye, dayamışız ağızımızı akan pınarlara, günümüzü gün etmişiz. Millet hiç alınmasın, yapan yapmış arkadaşlar. Tamam, Osmanlı en büyük kaleyi düşürmüş, ama sonrasında yüzyıllarca hazır yemiş. Başkaları ticaret yaparak dünyayı ele geçirirken onların arka bahçelerinde aslan kesilmiş. Şimdi böyle bir rehavet ortamında milleti sarsarak uyandırmak, sonra da tozu dumanı birbirine katarak yepyeni bir yapı oluşturmak olağanüstü bir başarı. Heykeli dikilecek adam başarısı. Biz de bunu yapmışız, ama bundan başka pek bir şey yapmamışız.

Eski kalıpları, kuralları, sistemleri sorgulamak, araştırıp yenileriyle değiştirmek yerine senin, o zaman, o ortama uygun, belirlediğin ilkelere saplanmış kalmışız. Üstelik senin adını bahane ederek birbirimize girmeye bile başlamışız. Oysa sen bizi bir araya getirmek için nelere katlandın. Örnek olmak için çabaladın durdun. Birlik içinde değişerek ilerlememiz için bize rehberlik edecek bir ton bilgi bıraktın. Ama gel gör ki sen gidince seninkiler hepsini bir güzel kendilerine göre budayıp biçmişler. Yeni öğreniyoruz. Her kafadan bir kitap piyasada çünkü. Hepsi de asıl "gerçek" hikayelerle dolu. Şimdi bana kızdığını görür gibiyim. Haklısın. Şikayet etmek bizim en güçlü yönlerimizden biri. Oysa düştüğümüz zaman ağlamadan, onu bunu suçlamadan, kalkıp yolumuza devam etmeyi bize sen öğrettin. Seni puta benzer suretlerinle ve birbirimizin kafasına attığımız isminle yaşatamayacağımızı gayet iyi anlıyorum. Seni yaşatmanın en güzel yolunun o eşsiz ruhunu içimizde hissetmek olduğunu da biliyorum.

Atam ben izinden döndüm. Bıraktığın mesajlardan ilham alacağıma söz veriyorum. Hepimizin geleceğimizin yaratılmasında söz sahibi olduğumuzu, birlikte yarattığımızda değişimleri daha kolay göğüsleyeceğimizi, kusurlarımızı kabul ettikçe gelişeceğimizi, geliştikçe birbirimize daha çok bağlanacağımızı sonunda milletin de anlayacağını biliyorum.

Nur içinde yat...

10.29.2012

Cumhuriyet'e mi takıldık?

                            

Kutlama günü bugün. Padişah gitti yaşasın Cumhuriyet günü. Bu topraklarda yaşayanların kendilerini bildiklerinden beri bildikleri herşeyin silinip atıldığı dönem kutlu olsun!
Düşünün ki her sabah okuduğunuz haberler harflerini tanımadığınız bir yazıyla karşınıza çıkıyor. Kitaplar hep bu yeni harflerle basılıyor. İletişime dahil olabilmek için oturup yeniden okuma yazma öğrenmeniz gerekiyor. Alışık olduğunuz kıyafetlerle sokakta dolaştığınızda herkes sizi yargıladığı için Cumhuriyetin uygun gördüğü kıyafetleri alıp giymek durumunda kalıyorsunuz. Düne ait ne varsa rafa kaldırılıyor. Herşey yarına ayarlanıyor, bugün bile. "Milletin efendisi Köylüdür" deniyor, ama o unvanı çocuklar onların elinden kapıveriyor. Yarın olsun, hemen olsun, herşey değişsin diyerek ortalık toz duman oluyor. Çünkü "uygar devletler" gibi olursak, yani aynı onlar gibi yer, içer, giyinir, çalışır, yaşarsak bizim de "uygar" olacağımıza inanılıyor. Oysa kimliğini unutmayı isteyecek kadar geçmişini değersiz bulan bir toplum ne kadar "uygar" olabilir?

Peki neden unutmak, bu kadar hırsla değişmek istedik? Yenilmiştik. Yenilmeyi kimse kolay kolay hazmedemez. Öfkeliydik. Çaresizdik. Dağılmıştık. Birinci dünya savaşının ardından tüm dünyanın yaşadığı derin şokun kurbanları arasındaydık. İnsanlar yaşadıkları ürkütücü olayları unutmak istiyordu, yeni başlangıçlara, yeni umutlara açtılar. Çok geçmeden liderler etrafında toplandılar. Bu insanlara tam yetki veriler. Onlar da değerleri alt üst olmuş insanları belli ideallere sahip kitleler olarak yeniden örgütlediler. Sansür, denetim, takip hepsi hayalleri tükenmiş insanların zihinlerine yeniden idealler ekmek için hizmet etti. İnsanlar savaşı, yıkımı, dehşeti unutmak hemen unutmak, düşünceleri yeni, taze bir geleceğe odaklamak için devrimlere sarıldı. Denize düşen yılana sarılır misali. Ancak mutlak iktidarların doğası gereği gücü elinde tutanlar yeni bir savaş doğurdu. İşte bu savaş "uygar devletler" için bir dönüm noktası oldu. Uygarlığın temelinin kişisel, toplumsal ve küresel değerlere sahip çıkmak olduğunu fark ettiler. Bu değerleri anlamanın, paylaşmanın, hataları kabul etmenin ve kusurları düzeltmenin önemini anladılar.

Cumhuriyet "batılı" devletlerin "uygarlığını" pekiştiren bu savaşa katılmadı. Tam tersine onlar değerlerine yeniden sahip çıkarken, geçmişleriyle yüzleşip, dengelerini sağlamlaştırırken, içine kapandı. Zamanı durdurdu. Uygarlığa giden yoldaki en önemli geçitlerden biri olan tarihi ile hesaplaşmayı red etti. Onun yerine Cumhuriyet'i aksatmadan kutladı, Atatürk'u putlaştırdı, devrimlere tapan kitleler yarattı.

Bugünlerde Cumhuriyet Kutlaması bir ayrım, hatta saldırı nedeni bile olabiliyor.


Bu yüzden Cumhuriyeti kutlamak içimden gelmiyor. Ya Atatürkçü olursun ya da çarşafı giyersin tehtidini umursamıyorum artık. Ortak bir geçmişe, ortak bir hafızaya sahip olduğum insanlar arasında ayrım yapmak istemiyorum. Korkutulan, eksiklik duygusuyla ezilen, başkalarına özenerek yaşayan insanlar yerine kendine güvenen, yeteneklerini/bilgisini sergilemekten gurur duyan, örnek olmaktan çekinmeyen insanlardan oluşan bir topumun parçası olmak istiyorum. İnsanların birbirini takdir ettiği, çok sesli, çok renkli bir bütünün parçası olmanın gururunu yaşadığı bir Türkiye istiyorum.

İşte o zaman Cumhuriyeti de, başka ne varsa onları da, hepsini kutlarım!

9.30.2012

Abla cenazem vardı!


Evde tamirat her zaman kabuslarımdan biri olmuştur. Usta fobisi diye bir şey varsa ben kurbanlarından biriyim. Bu yüzden tamirat yapmaktan son ana kadar kaçınırım, ufak tefek sorunları görmezden gelerek yaşamayı tercih ederim. Ancak iş başkalarını da etkileyince çaresiz Usta'ya teslim olmak zorunda kalırım. Bu nedenle yeni evimize taşınmak beni çok mutlu etmişti. Yeni demek tamir yok demek sandım. Yanılmışım. Yeni eski fark etmiyor elektrik, su, kapı, pencere sanki hepsi Usta aşkı ile yanıp tutuşuyor. Eve taşındığımızdan beri hadi onu da, bunu da, şunu da yaptıralım diye geçti günlerimiz. Bir de üstüne eski evimizdeki sorun eklenince kendimi çıkışı olmayan Ustalar Diyarı'nda buluverdim.

Eski evimiz eski. Kırk yıllık bina. Özensiz bir işçilikle yapılmış. Ustaların gözdesi yani. Borular tam bir baş belası. Öyle ki değiştirdiğim halde sızdıracak kadar azgınlar. Yıkmadığımız duvar, kırmadığımız döşeme kalmadı diyebilirim. İnatla akıtıyorlar. Bizim daire yetmiyor alt katta kadar sızdırıyorlar. Böyle bir durumda Usta elinde oyuncak olmaktan başka bir çare kalmıyor ne yazık ki. Biri geliyor öncekinin tezini çürütüp yeni bir öneri getiriyor. Sonra parasını alıp gidiyor, ama borular yine galip geliyor. Komşunun şikayetleri, evin içindeki hasar ve cüzdanımın içindeki delikle kalakaldım. Ne yapsam boş hala çözüm bulamadım.

Bu arada uzman bakışları ve kararlı ses tonlarıyla beni kandırıp, matkapları ile evimi delik deşik eden Ustalar ise Mafya patronlarına taş çıkartacak derecede ulaşılmaz oldular. Ne kadar ısrarla arasam da, cepleri ya kapalı ya da cevapsız oluyor. Kazara yakaladıklarımdan ise nedense hep aynı bahaneyi duyuyorum: "Abla kusura bakma, aniden cenazemiz çıktı. Köye gitmek zorunda kaldım!" Dönünce arayacakları konusunda söz aldıklarımdan bir daha ses çıkmadığı için, artık "cenazemiz var" diyenlerin yüzüne kapatıyorum telefonu. Ne yapayım, daha yaratıcı bir bahane bulacak kadar bile zahmet etmiyorlar.

Kısaca aklınızda olsun: evinizde kendinizin teşhis edemediği bir sorun varsa, bilin ki Ustalar da sizden daha yetkin değil. Sakın ola ki onlara kanmayın. Biri yapamadı, diğeri yapar diye de düşünmeyin. Olan cebinize olur. Hem parasal olarak hem de telefon olarak, çünkü verdiğim paraların acısı ve kızgınlığı ile tekrar:"Abla cenazemiz vardı" sözünü duyduğum anda telefonu kırık duvarlarıma fırlatıp atmaktan korkuyorum!


7.24.2012

Kaybettim!



Birden oldu. Beklenmedik bir sağnak onu tam kalbinden vurdu. İlk yardım çabalarım sonuç vermeyince acele onu hastaneye taşıdım. Yoğun bakıma aldılar. Son üç yıldır beni ben yapan herşey onunla birlikte yoğun bakıma girdi. Zaman durdu sanki. Geçmişim, bugünüm hatta geleceğim onunla birlikte komaya girdi. Sonra beklediğim telefon geldi. Kurtuldu dediler. Çok şükür. Kalbim tekrar atmaya başladı. Heyecanla koştum yanına. Kucaklayıp eve getirdim. Kendimi yeniden bulmanın sevinciyle onu çalıştırdım.
O da ne? Yabancı biri boş boş bakıyor suratıma! Tamam kurtulmuş, ama kurtulan kutu boş. Tek tük parçalar kalmış eski benden. Değişmiş, herşey değişmiş. Bana da değiş diyerek bakıyor, bilmiş bir edayla...İşte böyle kaybettim kendimi. Sevgili, emektar laptopumun ruhunu.

Şimdi karalar bağlayıp yas tutmak bir seçenek tabii. Alışıldık, bildik, tanıdık olmanın rahatlığı bambaşkaydı. Hafızamın güvende ve her zaman ulaşılabilir olduğunu bilmek pek güzeldi. Ama sonra bu durumun beni sinsice sarıp sarmalamış olduğunu fark ettim. Sanki tüm duyularımı kaplamıştı. Beni sağırlaştırmış, körleştirmiş, hatta duyarsızlaştırmıştı. Kendimi değişimin, yeniliğin, yaratıcılığın tam ortasında sandığım halde aslında dünyamı daraltmıştı.
Hani uygun giysilerin olduğu sürece hava nasıl olursa olsun rahat dolaşırsın ya, onun gibi. Üşümeyi, ıslanmayı, terlemeyi unutuyorsun. Oysa biz yaşadığımız şoklarla güçleniyorsuz, karşılaştığımız zorluklarla yenileniyoruz. Kendimizi aşmanın keyfini çıkarabilmek için kesinlikle sıkıntılara ihtiyacımız var. Ve bence insan doğası aslında sıkıntılara, zorluklara, şoklara bayılıyor. Çünkü onlarla tazeleniyor, gelişiyor.
Mesela ben bugüne kadar sekiz defa taşındım. Ev taşımak bir yangına bedeldir derler. Bu çok doğru hem maddi hem manevi olarak bedeller ödedim. Ama her yeni başlangıç bana yepyeni ufuklar açtı. Gerekli olmayanları bırakmamı, yenilere alışmamı, kendimi biraz daha tanımamı sağladı.
Bu yüzden alışkanlıkları kırmak, farklı olanı denemek, yeni insanlarla tanışmak, başka ülkelere gitmek en azından bunlara açık olmak önemli diyorum. İçimizde gizli kalmış nice özelliğin ortaya çıkmasına tanık olmanın, hem kendimizi hem de çevremizdekileri şaşırtmanın keyfine doyum olmuyor.
Yaşantınızın tekdüzeliğinden, ilişkilerinizin sıradanlığından, işinizin sıkıcılığından şikayet etmeye bir süre ara verin. Onun yerine gününüzün içine ufak tefek değişiklikler serpiştirin. Hiç yapmadığınız, veya hep yapmak istediğiniz birşeyler deneyin. Dozunu ayarlamak size kalsın. Ama yapın. Sonra da bu değişikliklerin hayatınıza getireceği sürprizlere hazır olun, onların tadını çıkarın.

6.29.2012

Olmaz deme, olan oldu işte!

Evet, mucizelere inancim tazelendi. İki yıldır, yani oturmakta olduğum eve taşındığım günden beri bir duvarımı paylaştığım komşumla sorunum vardı. İlk taşındığımızda etraftaki diğer evlerde oturanların muzip bakışlarına pek anlam verememiştim. Bize "hoşgeldiniz" derken bir kaşları kalkıktı; asıl söyleyeceklerini yutar gibi bir halleri vardı. Çok geçmeden neden öyle davrandıkları ortaya çıktı. Yeni evimizde doğa il baş başa sessiz bir yaşama merhaba dediğimizi düşünürken, karı koca, iki yetişkin çocuk bir de köpekten oluşan komşu ekibin örgütlü gürültü performansı karşısında şaşa kaldık. Bu durumu kendilerine en uygun nasıl akatarabileceğimizi düşünürken komşu "gürültünüzden bıktık, sessiz olun" diye kapımıza dayanıverdi. Üstelik arkası kesilmedi: "Merdivenden inerken gürültü çıkıyor, kuşlar sizin çatınızdan bizi rahatsız ediyor, köpeğiniz havladığı için çocuklarımız ders çalışamıyor..."
Başlangıçta kibarca dinleyip özür diliyorduk. Daha sessiz olmak için kendimizce önlem alıyorduk. Ancak bundan üç ay önce olan oldu. Sanki futbol stadını evlerine getirmiş gibi maçı izlemelerine tahammül ettikten sonra aynı gece sahaba kadar komşu yatak odasındaki televizyondan haberleri izlediği için uyuyamayınca sabrımız taştı. Tam şikayet etmek için kapılarına gidecektik ki bir de baktık komşu zilimizi çalıyor. Köpeğimizin havlamasından rahatsız olduklarını, çocuklarının sabahın dokuz buçuğunda uykularından uyandığını, sinirli bir şekilde bize şikayet ediyor. 
Tabii o anda ipler koptu. Eşim kendini kaybetti. Ama komşu arsızlık konusundaki deneyimiyle anında üstünlüğü ele geçirdi. Baktım olacak gibi değil uzlaşma yoluna gittim. Eşimi de komşuyu da yatıştırıp eve dönmelerini sağladım. Sonra da bu işi kökünden halledecek bir strateji değişikliğine gittim. 
Komşum oturduğumuz sitenin yönetim kurulu başkanı. Hesaplarda ve hizmetlerde açıklar olduğunu tespit ettim ve hukuk yoluna baş vurup savcılığa şikayette bulundum. Kendisine de bir daha beni telefonla veya kapıya gelerek rahatsız ederse polis çağıracağımı bildirdim.
Savcılıktaki durum henüz sonuçlanmadı, ama komşum polis konusunu ciddiye aldı. Bugün de evini satılığa çıkardığını gördüm. O satılık panosu benim için gerçekleşen bir mucize. Ayrıca site içindeki diğer komşuların bakışları da tavırları da değişti. Kendimi bir tür kahraman gibi hissediyorum.
Bunları neden paylaştım? Hepimizin hayatlarında bu tür insanlar var. İş yerinde, okulda, hatta akrabalar arasında bile. Bir şekilde hiç anlaşamadığın halde her gün aynı ortamı paylaşmak durumunda kaldığın, bazen çok yakın olmak zorunda olduğun insanlar var. Bu insanlar bize zaaflarımızla yüzleşmeyi, kaçındığımız konuların üzerine gitmeyi ve daha güçlü olmayı öğretiyor. Onlardan şikayet edip kurban kimliği altına saklanmak yerine, onları sınırlarımızı sorgulamak ve kendimizi aşmak için bir fırsat gibi görmeliyiz. Çünkü biz zorlanmadan, sıkışmadan, meydan okunmadan kendimizi geliştirmeye yanaşmıyoruz.
İşte bu yüzden komşuma teşekkür ediyorum. Bunca yıllık yaşamımda bana hala saklı kalmış bir yanımla tanıştırdığı için ona teşekkür ediyorum. Hem de herkesten uzak, sessiz ve huzurlu bu evimde bile beni bulup bana bu armağanı verdiği için teşekkür ediyorum. Ve hepsinden önemlisi evini satmaya karar verdiği için teşekkür ediyorum.

6.26.2012

parametre


Paran varsa severim seni, sevemiyorsam sayarım en azından. Boyle dedi geçen gün biri bana. Paran yoksa sevgi de yok, saygı da. Bu dürüstlük beni çarptı. Öyle ki itiraz bile edemedim.

İyi güzel de para aslanın ağızında. Hadi kaptın koydun cebine diyelim orada geçirdiği süre ancak dakikalarla sınırlı. En azından ben ve sanırım benim gibi pek çok kişi böyle yaşıyor. Hesabıma yatan para anında sağa sola dağılıyor, üstelik cebimi bırak elime bile değmiyor. Son derece açgözlü bir şehirde yaşamanın kaçınılmazı bu. Kafanı kaldırdığın an binlerce tuzak paranı çekmek için etrafını sarıyor. Üstelik şimdi evden veya işten çıkmaya bile gerek kalmadı. İşte bu yazıyı yazmak için kullandığım tuşlar bile paramı harcatmak için geliştirdi kendilerini. Tamam da bu durum gerçeği değiştirmiyor. Para, çok para ve daha çok para gerek. Çünkü evet, doğru söze ne denir? Paran yoksa sana sevgi de yok!

Şimdi bana hiç öyle olur mu demeyin! Öyle! Kendimizi kandırmayalım. Üstelik para sadece sevgi ve saygı sağlamıyor. Para güc, güç de kontrol etmeyi sağlıyor. Yani parası olan düdüğü çalıyor. İsterse düdük çalıp geç diyor, istemezse düdük çalıp dur diyor. Tatlı iş değil mi? Ben öyle düdük dinlemem diyen de ne dediğini bir daha düşünsün. Sabah çalar saatinin sesini kapatmak için elini uzattığında düşünsün. Para için düdüğü bile patronun yerine kendin çalıyorsun!
Mutluluğumuzu da paraya kaptırdık, peşinde koşup duruyoruz! Yalan mı? O zaman terfi edince neden ilk maaş farkını kontrol ediyoruz? Neden yüksek ücretli bir iş teklifi nefesimizi kesiyor? Ya da varlıklı bir kısmet gönlümüzü çeliveriyor? Para bal gibi mutluluk getiriyor işte. Kusurları örtüyor, açıkları kapatıyor, boşlukları dolduruyor.Yani paranın yararları saymakla bitmez.
Ne de olsa paran çoksa sevilirsin, sevilmiyorsan bile en azından sayılırsın!



6.25.2012

hayal katili

İtiraf ediyorum. Katil oldum. Cezam neyse çekmeye razıyım. Ben öldürdüm. Hem de sevdiğim bir insanın en değerli hayalini öldürdüm. Artık ne yapsam boş. Hayaller de insanlar gibi öldüler mi bir daha dirilmiyorlar. Katil oldum ben.
Aslında niyetim iyiydi. Gerçeklik ayarı yapmak istemiştim. Çünkü hayaller bazen insanları içinde bulundukları andan koparıveriyor. Sarsıp uyandırmak istemiştim. Şimdiyi görmesi için. Çünkü ben onun yaşadığı anı, çok beğeniyordum, o da görsün, kaçırmasın istemiştim. Onu her fırsatta gerçeğe çağırıyordum, ama hayali onu bırakmıyordu. Ne desem ne yapsam dönüp dolaşıp hayaline kaçıveriyordu. Baktım olacak gibi değil birkaç keskin darbeyle hayalini yere indirdim. Sonra da onun şaşkın bakışları önünde hayalini öldürdüm. Daha son nefesini vermek üzereyken pişman olmuştum bile, ama geri dönüşü olmayan bir yolda buldum kendimi.

Bir hayal katili olarak söylüyorum, siz siz olun kimsenin hayalini sakın ola ki öldürmeyin. Size ne kadar zararlı gelirse gelsin, ne kadar akıl dışı olursa olsun. Ya da ne kadar kıskanırsanız kıskanın, kendinizi tutun, dilinizi ıssırın. Hayalini size tanıştıracak kadar size güvenen birine ihanet etmeyin. Çünkü onun hayali size ne kadar ters gelse de, ne kadar boş olduğunu düşünseniz de hayallerin bize gerçeklerle baş edebilme gücü verdiğini aklınızda tutun.

Hayaller bizi zor zamanlarımızda oyalayarak sıkıntılarımızı hafifletiyorlar. Mutlu olduğumuzda ise etrafımızı sararak bizi asla ulaşamayacağımızı sandığımız yerlere götürüyorlar. Her ne kadar bazı olumsuz yan etkilere sahip olsalar da, hayallerimizdir bize yaşama sevinci veren. Bence en önemli özellikleri, de kendimizi aşmamız için bize hedef göstermeleridir. Hayal kuran, hayalleri olan insanlar yaratıyor gerçekleri. Hatta diyebilirim ki yaşadığımız gerçekliğin niteliği hayallerimizin gücüyle orantılı.
Tüm hayallerin ve hayal kuranların önünde derin bir pişmanlıkla eğiliyorum.

6.11.2012

Savma, savcıya git!

İçinde yaşadığımız çılgın teknoloji çağının bana öğrettiği en önemli konulardan biri bireyselliğimin değeridir. Herşeyi anında herkesle paylaşabilme imkanı bana keşfetmekte olduğum yepyeni güçler kazandırıyor. Gizli saklı, kenarda köşede hiçbirşey kalmıyor. Bu kadar ortada olmaya alışık olmayan bir nesilin insanı olarak teknolojinin bu samimiyetine uyum sağlamakta zorlanıyorum doğrusu. Ama öte yandan yaptırım gücü hoşuma da gidiyor.Teknoloji bize hem haklarımıza sahip çıkmayı öğretiyor, hem de kuralları çiğnememeyi. Bana hakkımı aramayı da o öğretti diyebilirim.
Oturduğum sitede yönetim birtakım hizmetler için aidat dışında paralar toplayıp iki dönem geçmesine rağmen hizmetleri yerine getirmedi. Ben itiraz edip durumu kurcalamak isteyince de yönetimdekiler bana ters davranmaya başladılar. Şimdi eskiden olsa susar, siner, sav gitsin derdim. Ama filizlenen bireyselliğim belli ki başat bir yapıya sahipmiş. Akıl hocam Sayın Google beni haklarım ve nasıl hareket etmem gerektigini bana anlatan pek çok websitelerine yönlendirdi. Onların sayesinde itirazlarımda haklı olduğumu, hakımı aramak için Cumhuriyet Savcılığına bir dilekçeyle başvurmam gerektiğini öğrendim. Hatta dilekçemi nasıl yazmam gerektiğini anlatan kaynaklar bile buldum. Böylece sorun yaşadığım konuyla iligli nasıl hareket edeceğimi yerimden bile kıpırdamadan çözdüm. Şimdi gel de bu teknolojiye hayran kalma! Savcı bile hayran kaldı! Gerçi o hayranlık ve şaşkınlık karışımı ifade sadece birkaç salise yüzüne konup uçtu, ama ben gördüm. Sonra tekrar o sert ve sindirici tavrına dönmeye çalıştıysa da sesindeki tonlama dosyamı okuduğu zaman yüzünde gördüğüm ifadeyi doğruladı. Hiç zaman kaybetmeden dilekçemi onayladı ve işleme aldı. Onbeş dakika içinde işim bitmişti. Artık benim yasal süreci başlamış bir şikayet davam var. Bakalım gelişmeler nasıl olacak.
Sonuç ne olursa olsun: Yaşasın Bireysellik, yaşasın Adalet, yaşasın Sayın Google!

5.24.2012

Kuş kapanı

Bahar gelsin diye iple çekerdim ama son iki yıldır bu sevincim gölgelendi. Mayıs oldu mu yavru kuşlar yuvalarından çıkmaya başlıyor. Kedimiz Whiskey de onları yakalamak için bahçede pusu kuruyor. Yakalıyor da. İlk işi aceleyle ağızında tuttuğu kuşu eve getirmek oluyor. Genellikle beni bulup avını ayaklarımın ucuna bırakıveriyor. Ben de yerde hareketsiz yatan zavallı kuşu elime alıp bahçeye taşıyorum. Artık korkudan mı, yoksa bir savunma taktiği olarak mı bilmiyorum, ölü gibi duran kuş birkaç saniye içinde hareketleniyor ve elimi havaya kaldırınca uçup gidiyor. Bu şekilde kedimizin avlarını sağ sağlim doğaya teslim etmeyi başarıyordum. Ancak bugün ilk defa bir kayıp verdik.
Brandy'nin garip sesler çıkardığını duyunca ne olduğuna bakmak için oturma odasına gittiğimde ne göreyim? Whiskey hızla bahçeye kaçarken bizim köpek ağızında onun bıraktığı kuşla bana bakıyor! Hemen yanına gidip ağızındakini bırakması için komut verdim. Brandy ise komutu umursamadığı gibi doğruca bahçeye koştu. Ben de peşinden. Kısa bir kovalamacadan sonra onu yakaladım. Kuşun canlı olduğunu anlayınca sosisten kofteye, kemikten krakere aklıma gelen her rüşveti teklif ettim. Boşuna. Brandy ağızındakini dünyanın en önemli hazinesi gibi benden kaçırıyordu. Zavallı kuş ara sıra gözlerini açıp kapatıyordu, ayaklarını oynatıyordu ama bunun dışında kayıtsız bir teslimiyet içinde olup bitene hiç direnmiyordu. Ben de onu kurtarmak için çabalıyordum. Ama ne yaparsam yapayım Brandy ağızındakini vermiyordu. Benden uzağa kaçıp yanına gelene kadar kuşu ağızından yere bırakıyor koklayıp tekrar kaptığı gibi koşuyordu. Onu kendi haline bıraksam belli ki parçalayıp atacak. Sonunda yavru dayanamadı öldü. Ben de çaresizliğimin verdiği öfkeyle Brandy'nin tasmasını kaptığım gibi boynuna geçirdim ve onu havaya çekerek boğazını sıktım. Brandy havasız kalınca kuşu bıraktı. Onu çekerek olay yerinden uzaklaştırıp ipini bahçe demirine bağladım. Her zaman havlayarak yeri göğü inleten köpeğimizin bu defa hiç sesi çıkmadı. Cansız yavruyu kaldırıp götürmemi olduğu yerden izledi. Döndüğümde onu serbest bıraktım, ama oracıkta yere yatıp uyudu.

Masum ve sevimli köpeğim sanki bir anda soğukkanlı bir katil kimliğine bürünmüştü gözümde.
Oysa doğal bir sürece tanıklık etmiştim. Yaşam zayıf olanı ayıklama konusunda hiç taviz vermiyor. Güçlü olan, güçlü kaldığı sürece yaşamayı hak ediyor. Doğa dediğimiz kusursuz bütünü etkilediğimizi, hatta ona hükmettiğimizi düşünsek de sonunda etkilenen yine biz oluyoruz. Çünkü kusursuz olan doğa biz değiliz. Kusursuzluğa özenmek yerine bireysel olarak güçlü olmak için elimizden geleni yapmalıyız bence. Güçlü olmaktan kastım eytafımızdakileri ezip öldürmek değil tabii. Bedensel, zihinsel ve duygusal olarak en güçlü halimize ulaşmak ve öyle kalmak önceliğimiz olmalı. En azından güçlü olan bir yönümüzü keşfedip bu yönümüzle öne çıkmanın bir yolunu bulmalıyız. İstekler ve hedefler koyacak kadar ve onlara ulaşacak kadar güçlü olmalıyız. Zaafların ve zayıflıkların bizi kurban yapacağını unutmamalıyız.

5.21.2012

Kim korkar 50'sinden?

Ben. Yıllarca korktum. Yaş elli iş bitti ülkesinde yaşamanın kaçınılmaz yan etkisi olsa gerek. Otuzlu yaşlarımın sonlarına kadar aynalar gençliğimi teyid ettikçe rahatlıyordum. Ancak 40'lara merhaba dedikten sonra iş değişti. Etrafımdaki insanların giderek gençleştiğini fark ettikçe endişelenmeye başladım.
Yetişkinliğin ergenliği bence 40'lı yaşlar. Ne gençsin ne de yaşlı. Araya sıkışıp kalmışsın. Ergenlikte nasıl bir iki yaş büyük olmaya özeniyorsan, kırkından sonra her yıl yeni yaşına alışman biraz daha uzun sürüyor. Zamana karşı direnmenin faydasız olduğunu gördükçe, hayatımla ilgili hesaplaşmalarım arttı. Hedeflerimle ilgili bilançolar çıkarmaktan, kar zarar karşılaştırmaları yapmaktan uykularım kaçıyordu. Yaşlanmadan önce yapmak istediğim onca şey varken, gençliğim her gün biraz daha elden gidiyordu. Çaresiz bir oraya bir buraya, bir ona bir buna yönelerek genç kalmanın yollarını aradım. Ama çabalarım bir işe yaramıyordu. Genç kalan hep etrafımdakiler oluyordu. Bana ise her yıl bir yaşın daha yükü biniyordu.
Sonunda eşikten geçtim ve 50 oldum. İlk iki yıl büyük bir doğal afeti atlatmış gibi şaşkın ve ürkek yaşadım. Her sabah endişeyle uyanıyordum. Sanki aynaya baktığımda yaşlı bir insan görecekmişim gibi geliyordu bana.
Geçen pazar 53 oldum. Nedense kendimi çok rahatlamış hissediyorum. Sanırım yaşlanmanın dış görünüşle ilgili olmadığını anladım sonunda. İnsanın yaşını yaşama biçimi belirliyor. Yani hayata karşı duruşu. Daha doğrusu uyumu. Gençliğin sırrı bence olup bitene direnmek, elindekilere tutunmak yerine, bulunduğun duruma uyum sağlayabilmek ve olumsuzlukları bırakabilmek.
Bir günde kaç defa gülüyorsan o kadar gensin. Gülemiyorsan yandın! Kaç yaşında olursan ol, yaşlısın!
Örf, adet, unvan, yetki, konum ve hepsinden önemlisi kırışıkları kafana takmadan gül. Güldükçe gençleşirsin. Gençleştikçe de gülersin. Şimdi ellili yaşlarımın tadını çıkarıyorum. Daha ileri yaşlarımı da iple çekiyorum.
Yeni yaşam felsefem: No Botox, no regrets!

5.15.2012

Dare to lose Face!

Bir dehayı dürtersen işte böyle olur. Popüler olamanın öfkesiyle delikanlı damarı kabaran üniversiteli genç intikamını fena aldı. Sorununu çözerken onu sinirlendiren birkaç akranını ezip geçmekle de yetinmedi, tüm dünyayı parmağında oynatacak bir yol buldu. Artık arkadaşım yok diye kimse üzülmeyecek. İsteyen cin zeka Mark sayesinde istediği kadar arkadaş edinebilecek. Hem de kendisi hakkında ne kadar çok bilgi paylaşırsa o kadar çok insanla bağlantı kurabilecek.
Başlarda pek güzel bir iletişim kanalı gibi gözüktü bana Facebook. Birbirlerini yıllardır görmeyen insanları bir araya getiren, dünyanın aslında hiç de o kadar büyük olmadığını düşündüren bir mucize ağ yaratılmıştı. Ben de bir heves üye olmuştum. Sanırım 2006 başlarıydı. Ama bir süre sonra sanki sanal bir pazar yerinde dükkan açmış gibi hissettim kendimi. Vitrinimi ne kadar eğlenceli, değişken ve yaratıcı tutarsam, kasama da o kadar arkadaş dolacak bir sistem içindeydim. Hedef tabii kendi markamı yaratmaktı. Marka olarak beğenildiğim oranda çevrem ve nüfusum yani gücüm artırıyordu. İşi gücü, daha doğrusu gerçek hayatımı bir yana bırakıp sanal patronluğumu korumak için gece gündüz çalışır buldum kendimi. Bir yılımı doldurmadan iflas edip dükkanı kapattım.
Facebook beni kaybetti ama kazandıkları Mark arkadaşımızı yeni bin yılın adamı yaptı. Özellikle ünlü markalar bu eşsiz pazarlama ağını keşfedince iş rayına oturdu. Şimdi film yıldızlarından politikcılara, bankalardan patates cipsine kadar herkesle ve her şeyle "arkadaş" olabiliyorsun. Facebook'a üye olman ve istediğini beğenmen yeterli.
Markalar bu işten çok karlı çıktı. Artık hedef kitleleriyle ilgili tüm bilgiler ayrıntısına kadar parmaklarının ucunda. Üstelik bedava. Onlara hayır diyecek kimse kalmasın diye şahlanmış gidiyorlar. Çok geçmez yeni mesleklere Facebook pazarlama yetkilisi ve Facebook veri toplama uzmanı eklenir eminim.
Egomuzun at koşturabildiği, her birimzin kendi dünyasının kralı olduğu böyle bir ortamın tadını çıkarmak varken insan yanımız yine ağır basıyor ve suyunu çıkarmak için elimizden geleni yapıyoruz. Bugünlerde Facebook'da olmak ve olmamak diye bir sosyal statü bile oluştu. Ben bu statüye meydan okuyorum. Hatta tüm sosyal ağlara meydan okuyorum. Yüzsüzlüğümü ilan ediyorum. Daha doğrusu yüz yüze görüştüğüm birkaç arkadaşımı Facebook'un milyonlarına tercih ediyorum.

4.25.2012

Çok yaşa sen Acun!

Acun'u dünya paljlarını gezen, güzel kızlarla flört ederek program yapan, fırlama delikanlı olarak tanımıştık. Tüm Türkiye yolda rastladığı insanlarla nasıl konuştuğunu ve eğlendiğini izlemek için gecenin bir saatinde ekran başına kilitlenir olmuştu. Zaman içinde rating rekorları kıran programların yapımcısı haline geldi. Ama bence asıl kırdığı bizim yerleşmiş kalıplarımız.

Yaptığı programları izledikçe elimizi, kolumuzu ve hepsinden önemlisi zihnimizi bağlayan zincirler bir bir çözülüyor. Hele Simon Cowell abisinin izinden giderek yetenek avcılığı programlarına yönelmesi Türkiye için tam bir terapi seferberliği oldu. Onun sayesinde örf, adet ve benzer bahanelerle içimize atıp dondurduğumuz nice özelliğimiz gün yüzüne çıktı. Dans ettik, şarkı söyledik, hayatta kalma yarışına girdik, kimsenin bilmediği becerilerimizi herkesle paylaştık. Üstelik bunu yaparken de, izlerken de eğlendik. "Ciddi" tanımı içine girmeyen bir iş yaparak da para kazanılabileceğini gördük. Bugün yetenekleri karalayıp, aşağılamak yerine alkışlıyorsak Acun'un bunda önemli bir payı var.
Bence toplumlar ancak bireylerinin yetenekleri, kendilerine güvenleri ve azimleriyle güçlenebilirler. İnsanlar da toplumlar da içlerindekini gizlemeden ortaya koyabildikleri ölçüde gelişirler. Hep yapmak istediğin ama yapamadığın ne kadar çok şey varsa, o kadar mutsuz olursun ve mutsuz edersin. Oysa doğuştan sahip olduğun veya çalışarak edindiğin özelliklerini, yeteneklerini paylaştığın oranda kendini değerli ve mutlu hissedersin. İçinde yaşadığın topluma da bu yeteneklerini kullanarak ivme kazandırırsın. Daha iyi olmak için yarışırken aslında parçası olduğun bütünü yükseltirsin. Acun Ilıcalı bu çabayı gösterenleri karalayıp taşlamak yerine, cesaretlendirip alkışlamayı öğretiyor. İşte bunun için: çok yaşa sen Acun!


4.19.2012

aile hekimi dedikleri

Belki reklamların etkisi belki de can sıkıntısı bilemiyorum. Belki de yeni olanı deneme hevesim. Aile hekimimi tanımak için harekete geçtim. Kolumda ne olduğunu anlamadığım bir lekelenme oluştuğu için ve bu konuda ne yapmam gerektiğini bilemediğim için: "Artık herkesin ailesinde bir doktor var" cümlesini keşfe çıkmaya karar verdim. Reklamın bende yarattığı etkiye göre aile hekimimi bulup ondan neler yapmam gerektiğini öğrenecektim ve onun verdiği bilgilerle sorunumu çözecektim.
Bağlı olduğum aile hekimini bulmak çok kolay oldu. Internet ve TC kimlik numaram sayesinde ismine, telefon ve adresine hemen ulaştım. Telefon edip randevu da aldım. Sonra yola koyuldum. Ancak ailemin hekimi olduğunu düşündüğüm kişinin karşısına oturduğum an işler değişti. Kolumdaki lekeleri gösterip ne yapmam gerektiğini sorduğumda kayıtsız bir şekilde "bir doktora gitmelisiniz" diyerek beni daha ilk dakikada şaşırttı.
"Peki kime gitmemi önerirsiniz" deyince de
"Bilemem, siz bulacaksınız. Bir dermatolog bulmalısınız, tahlil de yapılmalı"diye cevap verdi.
"Siz beni sevk etmeyecek misiniz" diye sorunca
"Hayır" diye kestirip attı.
Ben de niye o kadar yolu gittiğimi, niye sıra beklediğimi, niye 2TL verdiğimi anlamadım.
Sonra internette aile hekimi görev tanımını aradım. Pek açık bir bilgi bulamadım. Anladığım kadarıyla aile hekimi denen kişiler teşhisten kaçınan, sevk yapamayan, ilaç yazma yetkisi son derece kısıtlı, hastalardan istatistik veri olarak kullanılabilecek bilgi bile toplayamayan zavallı memurlar.
Şimdi bu doktorlar belki Anadolu'nun köy ve kasabalarında eğitici ve bilgilendirici bir görev yapabilirler, ama Istanbul gibi büyük şehirlerde, niye çalışırlar anlamış değilim.
Ben denedim ve tavsiye etmiyorum. Her sokakta bir özel hastanenin olduğu bir şehirde aile hekimleri boşa zaman kaybı. Özel veya genel sigortanız yoksa bile rekabet ortamı size her zaman maddi avantaj sağlıyor.
Bu aile hekimliği uygulamasının en başarılı yanının ise reklamları olduğu kesin.

4.10.2012

hormonların kölesiyiz

Bahar geldi geleli bahçeden içeri girmez oldum. Güneşle birlikte toprak canlandı, bitkiler uyandı. Kuşların hepsi "bana bak, buradayım" şarkıları söyleyerek Twitter'a neden o isim konduğunu bana gayet güzel anlattı. Sonra çiçekler çıktı ortaya. Renk renk, çeşit çeşit. Böylesi bir uyanışa duyarsız kalmak mümkün değil. Sonuçta biz de bu doğanın bir parçasıyız hala. Hormonlarımız harekete geçiyor istesek de istemesek de. 
Aşk denen o müthiş iksirden tatmak için fırsat kollamaya başlıyoruz. Üstelik etrafımızda aşık olmuş insanları gördükçe bu istek giderek daha tutkulu hale geliyor. Aşkın sarhoşluğu benzersizdir ne de olsa. Sonrası bir o kadar kötü olsa da o şarhoşluğun verdiği duygular için çekilir doğrusu...
Oysa duyguların aslında hormonların eseri olduğunu pek dikkate almıyoruz. Ama önemli hem de çok. Bizi itiraz dinlemeden parmaklarında oynatıyorlar.Testesteron ve Östrojen hormonlarının nelere kadir olduğunu biliyoruz ama Tiroid hormonun gücünü bizzat deneyimledim. Boğazımızın içine gizlenmiş bu kelebek benzeri beze hiç de öyle göründüğü gibi masum değilmiş. Sinirlendiği zaman ilk iş zihnimizi ele geçiriyor ve bizi hiç gözünü kırpmadan saldırgan bir canavara dönürüyor. Ben yaşadım. Herkesin şaşkın bakışları önünde her şeye parlayan, gergin ve aksi bir insana dönüşüverdim. Ortalığı darma duman ederken kendi halime ben bile şaşırıyordum, ama elimde değildi. İçimden dışarı taşan bu yabancıyla nasıl baş edeceğimi düşünürken tiroidimin hasta olduğu teşhisi ile rahatladım. Tedavi sürecimde tiroid bezinin ne kadar hashas bir dengeye sahip olduğunu öğrendim. Sadece fazla çalıştığında değil, az çalıştığında da etkisi fena. Bu defa vurmak, kırmak, öldürmek istekleri yerini uyumak, kapanmak ve hatta ölmek isteklerine bırakıyor. Her iki halde de derin bir mutsuzluk duygusu tüm yaşantınızı gölgeliyor.
Şimdi etrafımdaki insanlara baktıkça tiroid hormonunun bana yaşattıklarını düşünüyorum. Öyle belirgin bir ağrı sızı yapmadığı için sinsi bir şekilde bizi ele geçirdiğini bildiğim için acaba kaçının tiroidin kölesi haline gelmiş olduğunu merak ediyorum. Daha mutlu bir dünya için yapılacak çok şey var biliyorum, ama siz yine de bir tiroid hormonlarınıza baktırın. T3, T4 yetmiyor TSH'ın da normal olması gerekiyor.
Boşvermeyin baktırın. Boğazınızdaki o küçük kelebeğin mutluluğunuza engel olmasına izin vermeyin.

4.01.2012

leylekler

Her yıl mart ve ağustos sonunda gözüm gökyüzünde leylekleri arar. İlkbaharda onları hep sevinçle karşılarım. Evimin üzerinden süzüldüklerinde sıcak havaları da beraberlerinde getirdiklerini bilirim. Yaz sonunda ise onları uğurlarken soğuk havaların kapıda olduğunu hatırlarım. Leyleklere bir türlü açıklayamadığım bir hayranlığım var. Onları daha görmeden hissederim. Sanki benim beklediğimi biliyorlarmış gibi, bana ne zaman gökyüzüne bakmam gerektiğini haber veririler. Kafamı kaldırıp onları aramaya başlar başlamaz öncüleri görünür. Biraz sonra ise yüzlerce, hatta binlerce leylek onları takip eder. Sakin, zarif, asil bir şekilde gökyüzünde sörf yaparak üzerimden kayıp geçerler. Uzak ülkelerden gelip yine uzak ülkelere göçerler.
Belki de benim yapamadığımı, yapmayı hep hayal ettiğimi, her yıl tekrar ettikleri için bu kadar etkileniyorum onlardan. Sayısız defa yaşadığım bu şehirden çıkıp başka bir ülkede bir hayat kurmayı düşünmüşümdür. Annem ve babam yapmıştı bunu. Doğup yetiştikleri ülkeyi bırakıp Tıp Fakültesini biriri bitirmez daha iyi bir gelecek umuduyla dilini ve kültürünü bilmedikleri bir ülkeye yerleşmişlerdi. Üstelik yeni evli ve bebekli oldukları halde. Ben yapamadım. Hep istedim, ama o kararlılığı gösteremedim. Belki de Türkiye'ye dönüşümüz beni olumsuz etkiledi. Tam çocukluk ile yetişkinlik arasındaki zor yıllarıma denk gelmişti. Yine de bahane aslında. Sınırlarımın bana hükmetmesine izin verdim. Oysa bugün sınırların gerçek olmadığını hepimiz öğrendik. Bizi bugüne kadar birbirimizden ayıran yaşadığımız çevrenin etkileriydi. O çevre görünmez ağların sihiriyle genişledi ve tüm dünyayı içine alıverdi. Bugün her şey, her yer ulaşılabilir oldu. Hem de oturduğumuz yerden. Üstelik avucumuzun içine sığıverdi. Artık biliyoruz ki, ister Tayland'da ister İrlanda'da olsun insanlar algıları, tepkileri ve eğilimleri hep birbirine benziyor.
Yine de sanal yakınlıkların gerçekliğe dönüşmesi için dokunmak, tatmak ve aynı ortamı deneyimlemek gerektiğini düşünüyorum. Gerçek birlik için karışmamız gerekiyor. Bir ülkede doğduğumuz için o ülkede yaşamak zorunda kalmamalıyız. Beğendiğimiz, yeteneklerimizi geliştirebileceğimiz, bize ihtiyaç duyulan yere neresiyse oraya yerleşebileceğimiz bir dünya hayal mi? Leylekler bile yapıyor bunu. Onlar bizden akıllı mı?

3.19.2012

Kış, kış, çekil bahar geliyor!


Bahar hiç gelmeyecek gibi hissediyordum. Kar, döne döne kar yağdı bu kış. Daha iki gün önce sanki bulutların arasında birileri yastık savaşları yapıyormuş gibi kuştüyü büyüklüğünde kar taneleri savruluyordu dışarıda. Karanlık ve soğuk günler hiç geçmeyecek, yeni bir buz çağının ilk aylarını yaşıyor gibiydik. Karamsar, kaygılı, tedirgin hallerim beni tamamıyla ele geçirdmişti. Tabii her zaman olduğu gibi yanıldım. Doğada bizim aklımızın bir türlü almadığı bir denge var. Hepsinden önemlisi de döngü var. Hiçbirşey olduğu gibi kalmıyor, herşey deviniyor. Sadece bizim istediğimiz gibi, istediğimiz zaman yapmıyor bunu. Çünkü biz düşündüğümüzün aksine hiç de o kadar önemli değiliz. Önemliyiz de dengeyi etkileyecek kadar değil. İnsanoğlu varlığından bu yana doğaya ne yapmış olursa olsun denge bozulmadı. Bozulan sadece kendi yaşama şartlarımız oldu. Denge bu. Zararlıları güzelce ayıklıyor. Yararlılara yer açıyor. İnsanmış, bitkiymiş, hayvanmış öyle bir ayrım yapmıyor. Sadece denge sağlıyor. Bu dengenin huzurunu hissedip rahatlamak yerine insanoğlu durmadan herşeyi sorguluyor. İnsan işte. Dünyanın baharatı. Azı karar, çoğu zarar.
Kış boyunca soğuk ve karanlıkla yaşadığım onca sıkıntı güneşle birlikte çözülüp gitti. Son iki gündür en asık suratlı insanı bile gülümsetecek cıvıl cıvıl bir hava var. Kuşlar, çiçekler, insanlar bir anda canlandı. Dertler unutuldu, umutlar yükseldi. Hayat bir anda kolaylaştı. Bizim bahçede ilk çiğdemler açtı. Brandy ile sabah yürüyüşümüzde artık içim titremiyor. Yumuşak bir rüzgar, parlak bir güneş bize eşlik ediyor.

3.18.2012

Lady Deli mi?



Deli değil aslında Gaga. Lady Gaga. Sanal dünyanın kraliçesi. 2008 yılında bir anda dünya gündemine düştü. İlk iki şarkısı 5 milyon adet sattı. Şarkıları için hazırladığı videolar 1.3 milyar kez izlendi. Evet milyar. Facebook'daki 33 milyon beğeneni ile dünyanın en geniş sosyal ağına sahip. Twitter'daki 9,5 milyon izleyicisi her adımını takip ediyor. Geçenlerde 20 milyon yorumla Twitter'da da rekor kırdı.
Bu kadın her an herkesi şaşırtmak için yaşıyor. Geçmişten gelen, bildik, alışıldık herşeye baş kaldırıyor. Silahı müzik. Kurşunları sözler. Yüzlerce yıldır ellerine su dökülemeyen bestecileri ve şairleri bir anda öldürdü. En ünlü besteci, en ünlü şair o artık. Yeni, farklı, aykırı. Nereden geldiği belli olmayan, nereye gideceğini umursamayan bir kadın. Hepimizle dalga geçiyor hem de çok eğleniyor. Eğlendikçe daha çok ilgi çekiyor. Keskin tavrı izleyenleri hayret içinde bırakıyor. Her defasında. Hiç tükenmeyen bir kaynak gibi. Hiçkimse, hiçbir şey onun kadar yeni kalamıyor. Devingen ve hızlı tıpkı internet gibi. Her an uyanık, her an dolu. Deli dolu ama olsun. İsteyip de yapamadığımızı, düşünüp de cesaret edemediğimizi, hatta aklımıza bile gelmeyenleri yapıyor. Yapabiliyor. Onu bu kadar çekici kılan da bu değil mi?
O yapıyor biz izliyoruz. İzlemeye bayılıyoruz. Sahnedeki bir veya birkaç kisiden biri olmaktansa onları izleyen kalabalık arasında olmayı tercih ediyoruz. Ama sahnedekileri de istiyoruz. Bizi eğlendirsin, yönetsin, coştursun veya sakinleştirsin diye. Sonra da kalabalığın güvenli birliği içinde sahnedekilerin kaderlerine karar veriyoruz. Ya devam ya da ölüm. Lady Gaga bunu biliyor. Ayakta, sahnede kalmak için kalabalığı hep sarsması gerektiğini anlamış. Biraz korkutup, biraz neşelendirip bolca da heyecanlandırarak hep onu alkışlamamızı sağlıyor. İçimizdekileri yansıtıp kendimizi bir başkasıymış gibi izlemenin keyfini yaşatıyor. Bunun tadına da doyum olmuyor. Sahnedeki deli işte bizi böyle parmağında oynatıyor. Delirdikçe paraları kapıyor. Paraları kaptıkça tahtını sağlamlaştırıyor.

3.16.2012

başarının sırrı bende

Geç oldu, güç de oldu, ama sonunda anladım. Bundan sonra ne kadar işime yarar bilemiyorum. Bildiğim başarılı olmanın temel koşulu bencil olmak. Ne kadar bencilsen o kadar başarılı oluyorsun. Yetenek, zeka, beceri gibi özellikler kendi başlarına işe yaramıyor. Şans, kısmet, rastlantı gibi bahaneler de boş. Bencil olacaksın hepsi bu. Kendini yalnızca kendini düşüneceksin. Evrimin özü de bu. Kim "uyum sağlayan hayatta kalır" demişse yanılmış. Kendini önceleyen hayatta kalır. Sadece hayatta kalmaz güçlenir. Bir defa üstün olmanın tadına varırsan daha istersin. Hep istersin. Bir de bakarsın ki etrafındakiler seni mutlu etmek için çırpınmaya başlamış. Bu defa hükmetmenin tadını alırsın. Kendini çoğalttığın bir düzen kurarsın. İrili ufaklı Ben'ler içinde mutlulukla yaşarsın.Yeter ki kendini çok sev. O kadar ki sana benzemek isteyenlere, seni övenlere ve hayranlarına doyama.
Neyse ki insanların çoğunluğu bu kadar bencillik olamıyor. Zaten olsa insanlık olmazdı. Ben benden üstündür savaşlarından kimse kalmazdı geriye. İnsanlar uyumlu olmayı tercih ediyor. Kendilerinden ziyade sevdiklerini önceliyor. Hayatlarını şekillendiren kararlar verirken çevrelerindeki insanlardan etkileniyor. Öyle ki karşılarındakileri mutlu etmek uğruna kendilerini sürekli unutan, düşüncelerini, hayallerini ve duygularını zihinlerinin raflarında çürüten insanlarla dolu bir dünyada yaşıyoruz. Kim bilir kaç ressam, yazar, besteci, ses sanatçısı, tiyatrocu, mucit, sporcu, aşçı, stilist, bilim adamı yeterince bencil olamadıkları için sıradan hayatlar yaşadı ve öldü. Yetenekleriyle yüzbinleri etkileyebilecekken etraflarındaki birkaç kişinin hayatlarını zenginleştirmekle yetindiler.
Evet karar sizin. Bencillik yarışında gaza basıp en öne geçebilir, ya da izleyici olmayı tercih edebilirsiniz. Ama şunu bilin ki hepimizin çok iyi olduğu bir konu, bir yeteneğimiz var. Bu yetenekle doğuyoruz. Bu yetenekle ölüyoruz. Bir tohum gibi düşünün. Önemli olan yaşadığımız süre bitmeden bu tohumun çiçek açmasını sağlamak. Bu çiçek ister herkesin gözü önünde, isterse sadece birkaç kişinin görebileceği bir kuytuda açmış olsun fark etmez. Yeter ki açsın. Yeter ki siz içinizde taşıdığınız bu güzelliği ortaya çıkaracak kadar bencil olmayı başarın.

3.02.2012

Eastanbull'u gördünüz mü?

Geçen gün Maslak'a gittim. Yaklaşık 5-6 yıldır o taraflara yolum hiç düşmemişti. Gözlerime inanamadım. Tamam şehrin o bölümünün çok değişeceğini biliyordum. 90'lı yıllarda, hatta 2000'in başlarında hummalı inşaat faaliyetlerine de tanık olmuştum, ama karşılaştığım görüntü beni fazlasıyla şaşırttı. Gösterişli şirket yapıları, alışveriş merkezleri, göklere yükselen oteller, havalı konutlar...Kafamı bir o yana bir bu yana çevirmekten yoruldum.
Bir tek orası olsa neyse. Istanbul'un her yanı rezidanslar ve uydu kentlerle çevrilmiş durumda. Hatta kırk yıllık semtlerin ortasından bile yükselir oldu bu uzaylılara benzeyen yapılar. Sanki bildiğim, sevdiğim, alışık olduğum Istanbul bambaşka bir şehir oluyor. Büyük, yüksek, kalabalık, kapalı ve ulaşılmaz. Balkonları unutalı epey zaman oldu, ama şimdi pencereler bile cam duvarlara dönüşüyor. Merdivenler yerlerini asansörlere bırakıyor, kapıcıların yerini güvenlik ekipleri alıyor. Komşu sohbetleri, mahalle çocukları, semt bakkalları tarihe karışıyor. Bir binada oturan kişilerin sayısı arttıkça birbirlerini tanıma oranı da o kadar azalıyor.
Istanbul'u birbirini görmezden gelmeyi tercih eden, kızgın ve zamanı dar yabancılar devir alıyor. İstanbul'un yeni sahipleri ellerindeki, masalarındaki ve evlerindeki ekranlara bağımlı, kalabalıklarda yaşamaya dayanıklı, ancak tüketerek mutlu olan bir kitle. Güçlü ve kararlı halleriyle Fatih Sultan Mehmet'in bile ününe göz dikiyorlar. Bir de benim gibi Istanbul'un kıyısına köşesine tutunarak hayatta kalmaya çalışanlar var. Ama çocukluklarını hatırlayan, alıştıkları ve sevdikleri şehir gözlerinin önünde yabancıya dönüşüyor. Nereye tutunmaya çalışsalar ellerinden kayıp gidiyor. Yeniler ele geçirmiş bir defa bu güzelim şehirin hayat damarlarını. Bence artık kurtuluş umudu yok. İnanmıyorsanız Çamlıca tepesine çıkmanız yeterli. 360 dereceden ikna olacağınızdan eminim.
Herkese duyrulur: İstanbul öldü yaşasın Eastanbull!







2.29.2012

Tanrılar kırmızı sever


Melekler şehrinin kutsal ormanında yaşayan tanrılar bir kez daha ölümlüleri selamlamak için toplandılar. Muhteşem giysileri, kusursuz güzellikleri ve herkesi hayranlık içinde bırakan varlıklarıyla televizyon kanallarını ve interneti kapladılar. Görkem ve bolluk içinde yaşamanın doygunluğu ile kırmızı halıda poz verdiler. Zarif edaları, asil gülümsemeleri ve parlak bakışlarıyla herkesi cennetin var olduğuna inandırdılar.
Onları izlerken sürekli gülümsediğimi fark ettim. Tüm sıkıntılarımı unuttum. Sanki ben de onlardan biri oldum. Sanki bir anda tüm hayallerimi gerçekleştirecek güce kavuştum. Sonuçta onlar da benim gibi insan doğmuşlardı, hala insan gibi görünüyorlardı.
Sonra düşündüm. Şimdi büyük bir felaket olsa. Dünyaya göktaşı düşse. Bildiğimiz tüm teknoloji yok olsa. İnsanların çoğu ölse. Hayatta kalanlar nasıl devam eder? Belki de kutsal ormanın tanrılarının etrafında toplanırlar. Onların liderlik etmesini beklerler. Belki onların resimlerine bakarak güç kazanırlar. Onların şarkılarını söyleyerek rahatlamaya çalışırlar. Belki de onların resimlerini sergiledikleri veya şarkılarının çalındığı yerler yaparlar. İsteyen istediği zaman oralara gidip zaman geçirebilsin diye. Zeus ve Hera'nın ortaya çıkışının da böyle olmadığı ne malum? Ya tapınaklar aslında bir zamanlar herkes tarafından bilinen ünlü kişiler için yapıldıysa? Bence Jack Nickolson mükemmel bir Zeus olur. Meryl Streep'de Hera için çok uygun. Brat Pitt neden Apollo olmasın? Scarlett Johansson Afrodit, Angelina Jolie de Athena...
Kutsal Orman'ın tanrıları ölümsüzlük iksirini içmiş olmanın ayrıcalığını yaşıyorlar. Bize ne olursa olsun onlar hep yaşamaya devam edecekler.

2.17.2012

Yazacak kadar yalnız...

Geçen gün Anthony Bourdain'in programını izliyordum. Amerikalı şef. Dünyanın çeşitli şehirlerine gidip sadece orada yaşayanların tercih ettikleri restoranların yemeklerini tadıyor. Aynı zamanda o ülkeye turistik olmayan bir gözle bakıp, eğlenceli ve etkili yorumlar getiriyor. Önceleri küfürlü ve aykırı tarzını yadırgamıştım, ama Bourdain'in aşçılığının gerisinde lafını sakınmayan, şiirselliği de elden bırakmayan, gezgin bir yazar gizlendiğini fark edince, onu keyifle izlemeye başladım. İşte, geçen programında Bourdain aklıma takılıp kalan bir yorum yaptı: "Yazarlar aslında herşeyin dışına atılmış, yapacak bir işi kalmamış yalnız kişilerdir. Yazıyorlar, çünkü başka bir şekilde kendilerini ifade edecek, rahatlayacak veya eğlendirecek durumda değiller. Yaşamdan yazacak kadar soyutlanmamış olsalar, gidip arkadaşlarını bulurlar, ya da birileri onları."
Hmmm. Bu sözler beni düşündürdü. Kendimi bildim bileli hep birşeyler yazmak istemişimdir. Hevesle başlayıp, tamamlamadan bırakmışımdır. Zaman yetersiz gelmiştir. Araya birşeyler girmiştir. Hayat beni yazmaktan hep alıkoymuştur. İçimde saklı kaldığını düşündüğüm yazarı gün ışığına çıkaramadığım için yıllarca kahrolmuşumdur. Sanki bir roman yazsam kitaplarım sattıkça satacak. İnsanlar okudukça etkilenecek, değişecek. "Bir yazsam" diye geçti yıllarım.
Bugün beni yazmaktan alıkoyduğunu düşündüğüm tüm unsurlar ortadan kalktığı halde, hala "romanımı yazacak" zamanı bulamıyorum. Belki de yaşamın içinde olmayı daha çok seviyorum. Biriktirip, kapanıp, tek başıma, sessizce içimi dökmek yerine her gün hayatın beni büyülemesine izin veriyorum. Cıvıl cıvıl renklerine, tatlı acı heyecanlarına kapılıp yazmayı bir gün daha erteliyorum. Sevdiğim  insanlarla olmayı, zamanımı onlarla doldurmayı tercih ediyorum.
Varsın bu dünya çok önemli bir yazarından yoksun kalsın! Kendini günlük zevklere, küçük mutluluklara kaptırdı yazar olamadı desinler. Çok şükür ki, yazar olacak kadar yalnız kalamadım.

2.15.2012

Sevmeyen ölsün!

Vatana millete mübarek olsun, artık bizim de bir sevgililer günümz var. Şişlimizin sevgili Belediye Başkanı Sayın Sarıgül, Power Fm yayınına capcanlı bağlandı ve hepimizin Sevgililer Gününü sabahın erken saatinde kutladı. Kutlamakla kalmadı bir de hepimizi gecenin geç saatlerine kadar vur patlasın çal oynasın, el ele, baş başa, görenleri çatlatmaca oyununa davet etti. Yer de son yılların en sokaktaki sahnesi Nişantaşı. Sevgilini kap gel, tabii cüzdanını da. Sadece kredi kartı da olur. Hediye almasan bile en azından bir yerlerde birşeyler ye veya iç. Sevgilin yoksa eşin de olur. Aşkını tazelersin fena mı? Peki her ikisi de yoksa ne olacak? Ne ayıp! Olmaz öyle. Toplum dışı bir durum. Sosyal gerekliliğini yerine getirememiş olmanın eksikliği ile ezil. Kahrol. Bir dahaki sefere mutlaka birini bul!
Anneler günü, Babalar günü, 23 Nisan Çocuklar günü derken hayatımıza önemli bir gün daha girdi böylece: Sevgililer Günü. Eskiden kırmızı gül veya çikolata sevgiliyi mutlu ediyorken, bugün iş çok daha ciddileşti. Bir defa hediye verme iki yönlü oldu. Kadın olma ayrıcalığı hükmünü yitirdi. Sevgilin varsa hediye alacaksın.Yine de kadınlar talepkar olma ve sevgililerini strese sokma konusunda üstünlüğü ellerinde bulunduruyor.
İyi güzel de sevgililer gününde sevmeyenler ne yapacak? Dişini sıkıp 14 Şubattan sonra ayrılacak tabii. Yalnız olanlar zaten hiç kafalarını kaldırmasın. Ya da Nişantaşı Şenliklerinin bir etkinliği olarak bir darağacı kurup aleme ibret olsun diye asalım onları. Giyotin de olur. Kafalarını sopalara geçirip eleden ele gezdiririz. Zaten o gün pek çok gönüllü çıkacağını da tahmin edebiliyorum. Utanç içinde yaşamaktansa onurla ölmeyi tercih edenler olabilir. Özellikle ayrılık acısı içinde kıvrananlar çok uygun olur diye düşünüyorum.
Bu günün tek iyi tarafı 24 saatten daha uzun olmaması! Şafak 15 Şubat!

2.12.2012

Söz mü?

Ağızımızdan çıkan her sözün ne kadar güçlü olduğunu deneyimiyorum şu sıralar. Daha doğrusu söylediğimiz ne olursa olsun karşımızdaki üzerinde mutlaka bir etki yarattığını görüyorum. Dilimizin aslında her zaman ateşlenmeye hazır bir silah olduğunu fark ediyorum.Ya da istediğimiz anda kullanabileceğimiz şifa veren bir ilaç. Duruma göre, keyfimize göre aldığımız etkiye göre değişebilen bir güç. Şeytan ve melek yanlarımızı açığa çıkaran noktamız. Ne yazık ki bu etkili özelliğimzi bilinçli kullanmıyoruz. En azından benim bu konuda pervasızca hareket ettiğimi söyleyebilirim. Söz bu çünkü, söylediğin anda yok oluyor sanıyorsun. Zorda kalırsan söylediğini inkar edebiliyorsun, hatta biraz ustalıkla tam aksini bile iddia edebiliyorsun.
Oysa yok olmuyor hiçbirşey. Sen içinden söküp attığını sansan bile söylediklerin, duyanların beyinlerine takılıp kalıyor. Umursamadıkları gibi görünseler bile her söylediğin onlarda yaşamaya devam ediyor. Hele uygun zemini bulurlarsa durmadan çoğalıp tüm zihnini kaplayabiliyorlar. Sözlerin görünmez olduğuna aldanmamak gerek, onlar zihni bir defa ele geçirdiler mi bedenin de efendisi oluyorlar. İşte o zaman saldırgan kim, kurban kim karışıyor. İnsanlar gördüklerini yargıladıkları için görünmeyen tetikçiler melek kılığına bürünüveriyor.
Dilimin gücünü fark etmiş olsam bile onu akıllıca kullanmak konusunda ne kadar başarılı olacağımı kestiremiyorum. Söylediklerim kadar duyduklarımın da bilincinde olmam gerekiyor bu durumda. Ama duydukların karşısında kendini ne kadar koruyabilirsin ki? Her an her yerde sözlerin saldırısı altında yaşıyoruz. İş yerinde, sokakta, evde, radyo, TV, insanalar sürekli konuşuyor. İsteyerek, istemeyerek kulaklarımız dinliyor.Beynimiz söyelenenleri yakalayıp uygun uygunsuz bir köşelere sıkıştırıveriyor. Zihnimiz onları aynı hızda hazmedemediği için şişiyor. Sonuçta kayıtsızlaşıyor veya patlıyor. Duruma göre. Obez veya tetikçi olup çıkıyoruz.
Şimdi Budist rahipleri daha iyi anlıyorum. Neden günlerce konuşmadan yaşadıklarını. Ya da kendilerini tecrit ederek sözlerin olmadığı ortamlarda bulunduklarını. Sessizliğin aslında en büyük şifa olduğunu. Sessizlikte yeterli süre geçirince zihninmizin de durgunlaştığını anlıyorum. Durgun bir zihinin ne kadar değerli bir kaynak olduğunu düşünüyorum. Kendimi tanımak için. Güçlü ve zayıf yönlerimi kucaklamak için. Hiçbir sözün etkisi altında kalmadan ve etrafıma kurşundan sözler savurmadan ne istediğimi bulmak için.
Bugünkü niyetim: Tam bir gün boyunca söz söylemeden ve etrafımdaki sözlere kendimi kapatarak geçireceğim. Kulağımda sevdiğim bir müzikle doğada yürüyüş yapacağım. Kedim ve köpeğimle ve çiçeklerimle ilgileneceğim. Keyifle yemek yapıp tadına vararak yiyeceğim. Bir gün boyunca TV, radyo, telefon ve insanlardan, yani sözlerden uzak duracağım.

2.01.2012

kar, daha çok kar

Bu kadarını uzun zamandır görmemiştim. Durmadan yağdı. Gündüz gece, sabah akşam. Sanki gökyüzünden pudra şekeri yağıyor. Uçucu, ince, küçücük kar taneleri ortalığı toz duman ediyor. Bu sabah en inatçı sürücüler bile havlu attı bizim burada. Karda yürümek bile zor. Bir anda dizine kadar gömülüyorsun o beyaz bulutların içine. Evet bulutlar yeryüzüen indi sanki. Köpük köpük, dalga dalga. Rüzgar keyfine göre şekil veriyor onlara. Güneş ara sıra kendini gösterse de, kar onu umursamadan yağmaya devam ediyor. Gece ise ayrı bir mucize. Gündüz gibi her yer parlıyor. Kızıl bir aydınlık saati şaşırtıyor.
Ne yazık ki bu kadar çok kar olmasına rağmen karın yoğunluğu kardan adam yapmaya yetmiyor. Kar topu bile yapmak zor. Eline aldığında toz gib dağılıveriyor. Çatılarda biriken kalın tabakaların kenarlarında dev buz sarkıtlar var ama. Çeşi tçeşit, boy boy her evi süslüyorlar. Çimler ve çiçekler çoktan derinlere gömüldü. Ağaçlar bile daha kısa görünüyor. Sabahları ve akşamları kar küremeye başladık. Yolumuzu açık tutmazsak kapımızı da açamayacağız çünkü.
Karda yürümek ve iş yapmak insanı tatlı bir şekilde yoruyor. Ne zaman sıkılsam kafamı kaldırıp etrafıma baktığımda çevremin güzelliği beni gülümsetiyor. Sanki her köşe ayrı bir fotoğraf. Bu güzelliklerin tadını çıkarabildiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Bu günlerin tam anlamıyla tadına varmak için böyle bir yürüyüşün ardından sıcak şarap gerekiyor. Buz gibi ayazdan sıcacık evime girip üzerimdeki kalın giysileri çıkardıktan sonra rahat bir köşeden bardağın içindeki sıcak şaraptan bir yudum almak mutluluk işte.
Yapması da çok kolay, yapın yeter ki. İlk fırsatta: Carpe Diem!

Sıcak şarap
Bir tencereye silme bir çay bardağı şeker koyun, 1 silme su bardağı su ekleyin. Ateşi açıp eriyene kadar karıştırın.
İçine 1 çubuk tarçın, (daha güzel bir dem için 3-4 tane karabiber, 1 tatlı kaşığı rezene tohumu ekleyin)
1 portakalın suyu veya 2 mandalinanın suyunu ekleyin
1 limonun kabuğunu rendeleyip ekleyin
Bu karışımı 5 dakika kaynattıktan sonra ocağın altını kısın ve 1 şişe kırmızı şarap ekleyin
Karışımı kısık ateşte 5 dakika demledikten sonra
Süzgeç kullanarak bardaklara doldurun.
İster sadece kendiniz için yapın ister yürüyüşlerini sizde sonlandıranlarla için. Bu kış günlerinin tadı sıcak şarapla çıkar

1.27.2012

Ağaçlar neden yapraklarını döker?

Çünkü yapraklarını dökmeyenleri soğuk çarpıyor. Kar ve ayaz ne yaprak bırakıyor ne de sürgün. Oysa kışa rağmen coşkuyla açan bitkiler ne kadar da hoşuma gider. Mevsimin haşin havalarına meydan okuyarak, her güneş çıktığında fiyakalı bir şekilde parlayan o yaprakları ve çiçekleri gördükçe umutlanırım. Bir an için kuru ve renksiz aylara takılıp kalmış olduğumuzu unuturum. İçimde bahara has bir pervasızlık uyanıverir. Günüm ne kadar sıkıntılı olursa olsun, kolayca üstesinden gelecek gücüm varmış gibi gelir. Az ötede pembe bir gül çalıların arasından göz kırpar, hemen yanımda sardunyalar rengarenk yazı çağırıştırır. Erik ağacının kuru dallarına inat Acem Borazanı goncalarını açtırmak için güneşe tutar. Kışa teslim olmuş tüm diğer bitkilerle alay eder gibi onların yaşayamadıkları o güneşli günün tadını çıkarırlar.
Ama kış bu. Güneşi soğuk takip etti. Kar, fırtına, ayaz. Sadece iki gün. Ama yetti. Ne yaprak kaldı, ne çiçek. Hepsi soğuktan yandı. Sanki azılı bir katil bahçelerde katliam yapmış gibi. Solmadan, kurumadan öldü tüm deli çiçekler. Kopamadan asılı kaldılar ana gövdelerinde. Sanki donup kalan göz yaşları gibi.
Bana kendi göz yaşlarımı hatırlattılar. Yaşadığım hayal kırıklıklarımı. Etrafımdakilerin uyarılarını dikkate almadan, sezdiğim tehtidlere aldırmadan, sadece içimdeki coşkunun ve sevincin sesine kulak verdiğim günlere döndüm. Tıpkı güneşin ardından gelen ayazın yaktığı yapraklar gibi içimde ölen duyguların acısını hissettim.
Şimdi yapraklarını döken ağaçları daha iyi anlıyorum. Zamanında veda etmesini biliyorlar. Yapraklarını sevgiyle uğurlayıp, gururla soğukları karşılıyorlar. Meydan okumak yerine, yaşamı yeniden kucaklayacakları günleri bilgece bekliyorlar. En güzel yaprakları, çiçekleri hatta meyveleri içlerinde saklıyarak kışın hüküm sürmesine izin veriyorlar.
Yine de zamansız açan çiçeklere ayrı bir hayranlığım var. Sonlarının ne olacağına aldırış etmeden, yaşadıkları anı renklendiren, hayatları ve ölümleriyle etraflarındakileri etkilemeyi başaran, o asilerin kalbimdeki yeri bambaşka.

1.25.2012

Call Center'e takılıp kalırsın inşallah!

Ben kimi kızdırdım da call center'in eline düştüm bilmiyorum. Ama öyle bir düştüm ki içinden çıkamadım.
Önce yetenek sınavlarından esinlenen giriş menüsünü aşabilmek için birkaç defa baştan başlamak zorunda kaldım. Duygudan yoksun ama kibar bir kayıt, bana ya yanlış tuşlama yaptığımı ya da zamanı iyi kullanamadığımı bildirdiği için ben de telefonu kapatıp baştan arıyordum. Her defasında girişteki yeni hizmetler bölümünü dinlerken sinirlenmemek için derin nefesler aldım. Bu robot kayıt labirentinden kurtulup canlı bir insana ulaşmak konusunda kararlıydım. Bu nedenle müşteri temsilcisine bağlanacağımı müjdeleyen kayıdı dinlediğimde sınavı geçen çocuklar gibi sevindim. Ancak bu sevincim pek uzun sürmedi başka bir kayıt beklemem gerektiğini söyleyerek beni müzikli başka bir kaydıda attı. Sürekli tekrarlanan sloganlara ve cızırtılı melodilere dayanmak ayrı bir zorluk olarak çıktı karşıma. Birkaç defa telefonu kapatıp içine düştüğüm kabustan kurtulmayı düşündüysem de vazgeçmeden dayanmam gerektiğini telkin ettim kendi kendime. Bir de tekrar baştan başlamayı göze alamadım doğrusu.Sonunda canlı bir insan sesi çıktı karşıma. Bir an sevinçten ne söyleyeceğimi bile unuttum. Onca kayıttan sonra canlı bir insanla karşılaşınca akrabamı bulmuş gibi sevindim. Ancak sorunumu aktardıktan sonra telefonun diğer ucundakinin de bir tür robot olabileceği konusunda ciddi şüpheler duymaya başladım. Kibar, sakin ama anlamsız cevaplar veriyordu. Belli ki önündeki ekrandan okuduğu cümleleri tekrarlıyordu. Ancak hiçbiri benim sorunuma çare olmuyordu. Anlaşılan kayıtdışı bir sorunum vardı. Baktım olacak gibi değil, şikayet bildirmek istediğimi söyledim. Canlı robot şikayeti ekranına kayıt etti. Nasıl takip edeceğimi sorunca da bana gülümseyen bir sesle: "Call center'i aramanız yeterli."deyiverdi.
Call center ya da namı-diğer çağrı merkezi teknolojinin yarattığı bir kolaylık olması gerekirken insanları canlarından bezdiren bir işkence mekanizması bence. Nerede o güzelim eski günler? Hani "bana müdürü çağırın!" diyerek gürlediğimiz muhteşem zamanlar? Sanki depremde yıkıntılar arasında canlı insan arar gibi olduk. "Kimse var mı orada" diyerek boşa bağırıp duruyoruz. Bugün herkes yetkili, işler tanımlı kurallar ve uygulamalar çerçevesinde yürüyor. Kurumsal, formatlı, kurallı herşey. Farklı oldun mu yandın. Tanımlanmamış alanda duran için hizmet de, çözüm de, hayat da yok.

1.18.2012

Savaş ve soğuk savaş. Barış mı? O da ne?

Savaş var. Komşumla. Sıcak tartışmalardan, bağırışmalardan sonra şimdi soğuk savaştayız. Konuşmuyoruz, yolumuzu değiştiriyoruz, birbirimizi uyarmak için aracı kullanıyoruz. Bu ilk de değil. Bugüne kadar hangi evde oturduysam komşular arasında hep böyle durumlar yaşadım. Savaş insanın doğasında var. Ülkeler savasınca başımızı sallayıp ne var niçin barış yapmıyorlar diye onları yargılayıveriyoruz. Oysa kapı komşumuzla bile geçinemiyoruz. Bir tek o mu? İş yerinde, okulda, sokakta bir anda ipleri kopardığımız olmuyor mu? Eşimizle, sevgilimizle, aile fertleriyle durum farklı mı? Hadi itiraf edelim, hepimizin bir kara defteri var. İster "ne kadar ekmek, o kadar köfte"diyelim, ister "karma yasası", hepimiz "sen bana, ben de sana" diye yaşıyoruz. Bu alışverişe hile karıştığı an durum kontrolden çıkıyor. Kimse hesapta açık vermek istemiyor. Karşı tarafın kara geçtiğini anlayan, savaş borazanını kaptığı gibi hücuma geçiyor. Gerisini hepimiz biliyoruz. Hayal kırıklığı, öfke, sıkıntı. Bazen defterleri yakıp yeniden başlamayı başarıyoruz, ama çoğu zaman iş soğuk savaşa dönüyor. Soğuk savaş adı üstünde çok zor bozuluyor. Nedenini bile unutacak kadar uzun zaman takılıp kalabiliyoruz buzun içinde.

Peki herkesle her zaman iyi geçinenler var mıdır? Bence bu ancak kimseyle uzun süreli ilişki kurmayanlar için geçerli olabilir. Süre uzadıkça sabır tükeniyor. Bunun bir nedeni de kimsenin kimseyi gerçekten dinlememesi. Dialog dediklerinin aslında kişilerin kendi kafalarındakileri karşı tarafın sözlerini kullanarak tekrarladıkları monologlar. Her iki taraf da sürekli konuştuğu halde anlaşamadıklarını fark edince geriliyor. Önce sağır bir insanla konuşur gibi bağırmaya başlıyoruz, sonra da içimizdeki savaşçıyı ortaya çıkarıveriyoruz. Gurur, namus, onur gibi tetikleyiciler sayesinde kendimizi kızgın bir savaşın içinde buluyoruz.

Oysa öyle yapmasak. Çıkar hesabı tutmak yerine uzlaşmaya çalışsak. İnatlaşmayı bir yana bırakıp anlamaya açık olsak. Yargılarımızdan arınarak dinlemeyi bilsek. Durduğumuz noktadan gördüklerimizin başka bir yerden farklı görüneceğini kabul edebilsek. Daha zengin, daha güçlü, daha başarılı, daha nasıl isterseniz öyle bir dünya yaratmış olmaz mıyız?

1.17.2012

İz bırakmanın keyfi

Bizim buralarda her kış kar yağıyor. Her yanı kaplayan, beyaz gerçek kar. Şehirdeyken kar hep kabus ile örtüşürdü benim için. Gökyüzünden düşen kar taneleri trafik, tıkanıklık, sıkıntı getiren soğuk bir bulamaçın habercileriydi. Tenha kış gecelerinde dünyaya inmeyi başaranlar sabah bir an için beni şaşırtıp gülümsetse bile, günün devamında yaşadıklarım o anı hafızamdan silip atıyordu.
Oysa şimdi kar tanelerini sevinçle karşılıyorum. Meğer yeryüzüne düşerken dans ediyorlarmış. Çoşkuyla atlayıp sekerek yine havaya zıplıyorlarmış. Birbirlerine neşeyle dokunup kendilerini keyifle yerçekimine bırakıyorlarmış. Beni neden gülümsettiklerini de anladım, hepsinin ama hepsinin yüzünde gülücükler var. Sessiz, yumuşak ve uyumlu bir şekilde kondukları herşeyin üzerini örtüyorlar. Her kar yağısını takıp eden öfkeli ve sert ayaza beyaz bir kalkan oluşturuyorlar. Kar geceden yağmaya başlamışsa, sabahı iple çekiyorum. Pencereden baktığım an içimdeki çocuğu zapt etmek iyice zorlaşıyor. Bir an önce çıkıp kimsenin yürümediği o bembeyaz, yumuşacık halının üzerinde ayak izlerimi bırakmak için sabırsızlanıyorum. Tanıdık çevremin bu sihirli örtüyle ne kadar değiştiğini görmek istiyorum.
Bu konuda benimle yarışan biri daha var: köpeğimiz Brandy. Bana fırsat tanımadan fırlayıp o kusursuz örtünün her yanını duman ediveriyor. Onun karların içinde yuvarlanarak, en derin yerlere, kıyı köşeye hızla koşup izlerini bırakmasını izlerken içten içe bir kıskançık duyduğumu itiraf etmeliyim.
Hepimizde var bence bu ilk olma, iz bırakma isteği. Ancak ne yazık ki karın bize sunduğu beyaz ve pürüsüz yollar pek yok gerçek hayatta. İlk olmak için birilerini geçmek, ezmek, atlamak gerekiyor çoğu zaman. Bıraktığımız izin fark edilmesi için kararlılık, süreklilik ve çaba gerekiyor. Hepsinden önemlisi kendini öncelemek ve hedefine odaklanmak gerekiyor. Belki de kara değil de tanelerine bakmak lazım, onlardan örnek almak lazım. Kar tanesi her ne kadar küçük ve dayanıksız olsa da, yeryüzüne yolculuğunu zevkle yapıyor. Tadını çıkarıyor. Telaşı, hırsı yok. Dans ediyor. Çünkü biliyor ki vardığı yerde başka kar taneleri onu karşılayacak. Onlara katıldığı zaman güçlü ve dayanıklı bir bütünün parçası olacak. Beyaz, büyük bir mucize olacak.

Bugünkü niyetim:
Arkasına bakmadan koşup önündekileri kenara itip atarak ilerlemeyi başarı sayanların önlerine hep yeni engeller çıkacağını anlamalarını diliyorum. Yaşadığım her gününün yere konan kar taneleri gibi hayatımı oluşturduğunu anlıyorum. Tek bir kişi olarak ne kadar etkisiz görünsem de, aslında güçlü bir bütünün parçası olduğumu fark ediyorum. Bu gücün etkisini içimde hissederek etrafımdaki yaşamı korumaya ve yaratılan tüm mucizelerin bir parçası olmaya niyet ediyorum.

1.16.2012

Organik mi?

Bugün alışveriş yaparken bir an durdum. Kafam karıştı. Genelde neyi niçin aldığımı bilen bir tüketici olmakla övünürüm. Yenilikleri izlerim. Ambalajların üzerindeki küçük yazıları okur, ürünü tanımaya çalışırım. Alıp denerim. Beğendiğim ürünün papucu dama atılana kadar da o ürüne sadık kalırım. Son zamanlarda bu alışkanlığımı sürdürmekte zorlanır oldum. Yeniler çoğalmakla kalmadı, eskiler de kendi çaplarında farklılaştı. Alışveriş yapmak, hele büyük bir markette alışveriş yapmak profesyonel danışmanlık gerektirecek ciddi bir iş haline gelmeye başladı. Abartmıyorum. Bugün yumurta alırken anladım bunu. Sanki sözlüye kalkmış da heyecandan çalıştıklarımı unutmuş gibi donup kaldım yumurtaların önünde. Raflardaki paketler pazardaki satıcılar gibi kendilerini öne çıkarmak için bağırışıp duruyorlardı. Önce elim her zaman olduğu gibi organik yumurtalara gitti. Mr Organik marketleri ele geçirdiğinden beri bütçem yettiği oranda onun ürünlerini almaya çalışıyorum. Hatta raflarda kendine çekinerek yer bulmaya çalıştığı o ilk dönemlerinden beri onu yüreklendirenlerden biriyim. Bugün ekmekten tavuğa, yoğurttan meyve sebzeye kadar her alanda gururla boy göstermesi o nedenle hoşuma gidiyor. Tam paketi alıyordum ki gözüm Doğal Bey'e takıldı. Gerçi onun havalı sertifikaları ve damgaları yoktu ama fiyatı daha uygundu. Doğal Bey'in kesinlikle sadece "mutlu" tavukların yumurtalarını sattığı konusunda ikna olmak üzereyken Köy Efendi ile göz göze geldim. "Yumurta dediğin köyden gelir organikmiş doğalmış bunlar acemi işidir" der gibi bir köşeye kurulmuş, "beni bilen alır" edasıyla etrafı süzüyordu. Şimdi gel de çık işin içinden! Hani yumurtaların selenyumlu, şu bu vitaminli, extra büyük, çift sarılı, sade kahverengi veya beyaz gibi ufak tefek takıntılarını görmezden gelmeye alışmıştım, ama Mr Organik'e meydan okumaya kalkışan Doğal Bey ve Köy Efendi beni şaşırtmayı başarmıştı. Sonuçta yürüdüğüm yoldan ayrılmamaya karar verdim ve organik yumurtalarımı sepete koyup alışverişime devam ettim.

Organik üretimi desteklemeye devam edeceğim, ama ne yazık ki kafama takılan pek çok soru da var. Yeni bir düzen için yatırım yapıp insanlara böyle güzel bir yol açan kişilerin neden can alıcı noktaları önemsemediklerini anlamıyorum. Örneğin bir organik yumurta markası var, yumurtaları viyole koymakla yetinmiyor üstüne kağıt poşet geçiriyor. Bugün faturaların bile ağaçları korumak kaygısıyla kaldırıldığı bir dönemde neden buna dikkat etmiyorlar? Sonra organik tavuk sağlığa zararlı köpük tabaklarda satışa sunuluyor. Hele yoğurtlar! Onlar da kanser yaptığı bilinen plastik kaplarda! Bir de sütler var. Organik ama bilmem ne kadar yıl doğada çözünemeyen dayanıklı ambalajlarda.

Bugünkü niyetim
Gücümü beni mutlu eden bir dünyayı oluşturmak için harcamak. Hoşuma giden ürün veya hizmet üretenleri maddi ve manevi olarak desteklemekten vazgeçmemek. Gerektiğinde onları eleştirerek daha iyi olmalarına yardımcı olmak.
Bugün bireysel gücümüz her zamankinden daha fazla. Her türlü iletişim kanalına sahibiz. Bu gücü keşfedip kendi dünyamızı özgürce şekillendirmek için kullanabiliriz. Durağan, içe kapanık, edilgen enerjilerle kendimizi engellemek yerine, anlaşılmadığımız konusunda şikayet etmek yerine bugün, şimdi bizi rahatsız eden her neyse düzeltmek için kolları sıvayabiliriz.

1.14.2012

Zamanı durduran sıcak çikolata

Kedi, köpek evdeyiz. Güneş bugün izinli. Yerine bulutlar bakıyor. Onlar da biraz abartmış. Hem karanlık, hem de yağmur yağıyor. Soğuk, buz gibi. Soğuk islakla karışınca nasıl giyinirsen giyin üşüyorsun. Üstelik cumartesi. Yani dışarısı kalabalık. Trafik. mağazalar, cafeler, restoranlar, sinemalar, kaldırımlar. Şemsiyeler, kuyruklar, çocuklar, kornalar.
Biz evdeyiz. Ekranda Digitürk şöminesi, smooth jazz kanalında Frank Sinatra'yı dinliyoruz. Hayatı kapının dışında bekletip zamana meydan okuyoruz. Hiçbir şey yapmamanın, sadece var olmanın keyfini çıkarıyoruz. Kedim Whiskey ve köpeğim Brandy bu konuda eşsiz birer hoca oldular bana. Beş işi birarada yaparak ve aslında hiç birini de tam yapamayarak yaşadığım onca yıldan sonra tamamen raydan çıkmış sinirlerimi düzene soktular. Özellikle Brandy beni hizaya sokmakta çok başarılı oldu. Onun hakkını ödeyemem. Bir yaşına kadar durmadan benimle uğraştı. Tabii ben başta sorunun onda olduğunu düşünüyordum. Onu eğitmek için uğraşıyordum. Yaptıklarına sinirlenerek, şikayet ederek, telaşlanıp öfkelenerek didindim duruyordum. Ancak hiçbir sonuç alamıyordum. Öyle bir an geldi ki çaresizlikten tepkisizleştim. Bir de baktım ki Brandy de sakin ve uyumlu. O zaman anladım ki sorun bendeydi. Geçmiş deneyimlerim ve gelecek korkum içinde bulunduğum anı yaşamamı engelliyordu. Kendimi bir kısır döngüye hapsetmiştim. Etrafımdaki herkesi de o döngüye çekmek için uğraşıyordum.
Hayatımızı kararlarımız şekilendiriyor. Üstelik onlar bir diğerine geçtiğimiz anda yok olan basamaklar gibi. Geri dönüşü yok. Her gün bir yığın karar veriyoruz. En önemsiz görüneni bile hayatımızı farklı yapıyor. Bu kadar etkili bir güce sahipken bu kararların ne kadarını farkına vararak veriyoruz? Geçmişimiz, gelecek beklentimiz, çevremiz, sağlığımız, sevdiklerimiz hepsi bizi anımızın içinde yaşamaktan alıkoyabiliyor. En önemlisi de bence zaman. Birşeylere yetişmek, fazla oyalanmamak, zamanı kaçırmamak veya yakalamak için telaş edip duruyoruz. Oysa zamanı uzatıp kısaltmak kendi elimizde. Dakikaların geçmediği veya saatlerin su gibi aktığı zamanları herkes deneyimlemiştir. Zaman bir yanılgı aslında.
İster bugün için yüklü bir programınız olsun, ister evde keyif yapmaya karar vermiş olun. Bir istisna yapın bugün verdiğiniz tüm kararların farkına varın. Ne giyeceğiniz, hangi yoldan gideceğiniz, kiminle ne konuşacağınıza varana kadar. Hatta farkında olarak yürüyün, oturun, nefes alın...Bırakın zaman hırçın bir çocuk gibi çırpınıp dursun. Kararlar sizin, hayat sizin.
Yazmak kolay uygulamak zor biliyorum onun için sizi anda yaşamanın tadına vardıracak sihirli bir iksir tarifi veriyorum:
Zamanı durduran çikolata
Bir kabı orta derece ateş açıp ocağa koyun. 100ml krema, 200ml süt kaba doldurun.
Tepeleme bir tatlı kaşığı kakao
Bir kahve kaşığı hazır kahve (filtre kahveniz varsa 100ml)
Iki tatlı kaşığı bal
100gr bitter veya sütlü çıkolata (paketliyken tezgah kenarına vurarak ufalayın)
ekleyin.
Sürekli karıştırarak özellikle çıkolatanın erimesine dikkat edin. Karıştırmak için tahta kaşık kullanın. Kaynar kaynamaz ateşten alın. Bir mug dolusu bu sıcak iksirden alıp sevdiğiniz bir köşeye oturup içmeye başlayın. Her yudumla hayatınızı sizin sadece sizin şekillendirdiğini fark ederek çikolatanızın tadını çıkarın.

1.13.2012

Armut ve Hardal

"Asla olmaz" diyerek aklınıza gelen bir düşünceyi ters yüz edip zihninizden kovduğunuz oldu mu? Benim oldu. Hatta bazı dönemlerde "yok artık" demekten kendimi alamadığımı hatırlıyorum. Oysa şimdi kanatlanıp uçmak isteyen hayal gücüme neden ısrarla gem vurmak istediğimi çözemiyorum. Sanırım ipleri zihnimin eline geçirdiği zamanlardı. Ruhum ne zaman bir açık yakalayıp beni etkilemeyi başarsa, etrafıma baktığım anda silkinip normların içinde yaşamaya dönüveriyordum. Hatta hayal kurmayı bile unuttuğumu, hayal kuranları da küçümsediğimi gayet iyi hatırlıyorum. Sanki yaşadığım şehirin havasında suyunda birşey vardı. Her nefesle, her yudumla olmazsa olmazlarım artıyor, hayal edecek gücüm tükeniyor...
Ama ben şeytanın bacağını kırdım! Zihni gafil avlatacak, ruhu uyandıracak, hayal gücünü coşturacak bir panzehir buldum! Yapması çok kolay bir salata. Evet salata. Hemen denemenizi öneriyorum. Yüzde yüz başarı vaad ediyorum. Tabii erken teşhis önemli. Gerçi yazdıklarımı okuduğunuza göre kurtulma şansınız oldukça yüksek. Hadi hemen başlayın:

Malzemeler:
Salata için:
Bir avuç doğranmış deveci armudu, bir avuç ince doğranmış lahana yaprağı, iki avuç doğranmış kıvırcık yaprağı, ince doğranmış küçük bir adet kırmızı soğan.
Sos için:
Bir küçük boş kavanozun içine tepeleme 2 tatlı kaşığı Dijon hardalı, 1 mandalinanın suyu, iki yemek kaşığı elma sirkesi, 1 yemek kaşığı zeytinyağı, tuz, karabiber koyun kapağını kapatıp çalkalayın.
Malzemeleri en sevdiğiniz tabağa koyun. Sosu üzerine gezdirin. Hazırladığınız salataya bir bakın. Bir çatal alın ve bir parça hardallı sosa bulanmış armut, biraz soğan ve lahana yükleyin üzerine. Birarada olmasına alışık olmadığınız bu tatları ağızınıza götürürken "asla olmaz" dediğiniz bir konuyu düşünün. Tabii bu konunun aslında gizliden gizliye istediğiniz birşey olması önemli. Eğer deneyimlediğiniz tatlar hoşunuza gittiyse panzehir etkisini gösterdi demektir. Düşündüğünüz her neyse onu hayatınıza katacak gücü uyandırmış oldunuz. Bundan sonra yapmanız gereken "neden olmasın?" sorusuna cevap aramaktır.

Bugünkü niyetim: Kendi hayatına sahip çıkan insanların çoğalmasıdır. Hayatına sahip çıkmadığında senin hayatına sahip çıkan birileri mutlaka oluyor. Sonra bir gün aynada sana bakan kişiyi tanımadığını fark ediyorsun. Ben bu hayata kendimizi tanımak için geldiğimize inanıyorum. Aynaya bakmadığımız sürece kendimizi görmediğimiz için bunu unutuveriyoruz. Başkalarını önceliyoruz, taklit ediyoruz, etki altında kalıyoruz. Oysa kendimizi öncelemekte yatıyor işin sırrı. Yani bencil olmak iyi birşey. Acı biber gibi. Azı karar fazlası zarar. Kendini tanıyan, kendini seven insanlar istiyorum.

1.11.2012

Zenne

Sonunda izledim. Bence sinema tarihi için önemli bir geceydi: Zenne filminin galası.
Davetiye'de "gökkuşağının renklerini giyip gelin" yazdığı halde siyahlar çoğunluktaydı. Ama çoğunluk ordaydı. Kalabalığı oluşturan kişiler birbirinden çok farklıydı ama herkes filmi gerçekleştirenleri alkışlıyordu. Soğuk, yağmurlu, hafta başı bir günde bu kadar çok insanın biraraya toplanmış olması şaşırtıcıydı. Üstelik gelemeyenler için haberi ulaştıracak kayda değer bir basın topluluğu da iş başındaydı.
Sonra Mehmet'i gördüm. Caner'le birlikte sahneye geldiler. Zenne'nin yaratıcıları ve yapımcıları olarak iki kahram gibiydiler benim için. Mehmet'i tanıdığımda 14 yaşındaydı. Ben bir lisede öğretmenlik yaparak potansiyel geleceklerimden birini deniyordum, o ise geleceğini kendisinin şekillendirdiğini çoktan keşfetmiş bir öğrenciydi. Aradan geçen 26 yılda benden kopmadı. Ben kendi karmaşamın içinde kimi zaman boğularak, kimi zaman savaşarak yaşarken hep dingin, derin ve yeni bir esinti olarak günümü aydınlattı. Etrafındakilere uymak yerine kendini anlamaya yönelmesini hayranlıkla izledim. Üstelik hiç aykırı davranışlar sergilemedi. Bencil olmak yerine çoğul olmayı seçti. Caner ile tanıştığı zamanı da çok iyi hatırlıyorum. Gözlerindeki ışığı unutamıyorum. Sanırım 15 yıl geçmiştir aradan. Bireyselliklerini yitirmeden bir olabilen bir çift onlar. Birlikte kitlesel bir güce ulaştılar.
Zenne işte bu gücü temsil ediyor. Duyarlı, bir o kadar keskin. Güldürürken irkilten dili ile izleyeni sarsıyor. İnsanı içine çekiyor, sarıp sarmalıyor sonra bir anda atıveriyor. Duyguların belgeseli sanki. Hepsine bir sahne ayrılmış.
Günler, geceler boyunca biriken emek, hayal, tartışma, kahkaha, inat, gözyaşı, meydan okuma, öfke ve aşk hepsi bir araya gelmiş Zenne olmuş. Zenne'nin tutkulu dansı olmuş.
Mehmet'i ve Caner'i ve hayallerini gerçekleştirmeye yardım eden herkesi alkışlıyorum. Hele oyuncuları alkışlamaya doyamıyorum.
Bundan sonra iki tip insan var benim için Zenneyi görenler ve görmeyenler.

Bugün için niyetim:
Tekliğin kısırlığını kabul ediyorum. Paylaşmanın verimliliğini kutluyorum. Birlikteliğin bir unvan olmadığını, zaman, emek ve sevgi isteyen bir durum olduğunu anlıyorum. Bu durumda kalmayı başaran eşlerin ise kendilerini bile şaşırtacak mucizeler yaratabildiklerine ve dünyayı değiştirebildiklerine inanıyorum.

Köpek hayatı

Köpek sahibi olmak yaygınlaştı son zamanlarda. Benim oturduğum sitede evler bahçeli. İki yıl önce buraya taşındığımızda sadece beş köpek vardı. İki Alman Çoban köpeği, bir Labrador bir Kafkas Çoban, bir de Sıvas Kangal. Bizim Cavalier King Charles onların arasında salon efendisi gibi kalmıştı. Hep bizimle, evimizin içinde, kucağımızda, yediği önünde yemediği arkasında. Günde iki defa yürüyüşe çıkardığım için sitede ünlü olduk. Bunun bir nedeni de her kaka yaptığında yanımda taşıdığım poşetlerle yere bıraktıklarını alıp en yakın çöp kovasına atmam oldu. Sanırım Brandy'nin uyumlu hali ve hepsinden önemlisi sevimliliği de sitedekileri köpek almaya yönlendirdi. Sonuçta son birkaç ay içinde dört yeni köpek site nüfusuna katıldı. Hatta hemen yan komşumuz ikinci bir alman çoban köpeği aldı.
Önceleri aramıza yeni katılan tüylü dostlar olmasına sevinmiştim. Seslerini duydukça kendilerini merak ediyor, Brandy ile onlarla tanışmak için sabırsızlanıyorduk. Ancak kısa zamanda onların yaşam şartlarının çok farklı olduğunu anladık. Brandy pek umursamadı, onlardan uzak durmayı yeğledi. Snobluk kanında var herhalde. Ama ben kayıtsız kalamadım. Yeni alınan Cooker Spaniel Bobby evinden kaçtı. İki gün köpek seven bir hanımın evinde kalmış. Ait olduğu evi bildiğimi düşündükleri için mahallenin çocukları onu bana getirdi. Ben de onu çocukların yardımı ile yine evine götürdüm, kaçtığı deliği bulup kapattım. Sahipleri karı koca tüm gün çalıştıkları için evde yoktular. Sonradan belki de onu geri getirmekle yanlış yaptığımı düşündüm. Bobby tüm günü tek başına küçük bir bahçede etrafı kemirerek geçiriyor.
Komşumuzun aldığı ikinci Alman Çoban köpeği Çanga bir iki ay içinde hastalandı. İlk geldiğinde dört aylık heyecanlı ve meraklı bir yavruydu, ancak geçen zaman içinde hiçbir şeyle ilgilenmemeye kafasını bile zor taşımaya başladı. Sonra öğrendim ki köpeği başkasına vermişler.
Fotoğrafını eklediğim Golden Retriever Çakıl ise neşeli ve sevimli bir kişiliğe sahip. Bir defasında zincirle bağlı olduğu bahçe demirine öyle bir dolanmışti ki, kafasını bile oynatamıyordu. Buna rağmen sabırla sahibinin onu kurtarmasını bekliyordu. Evde kimse yoktu, baktım olacak gibi değil site görevlisini çağırdım. Bahçe kapısını anahtarla açtırdım ve Çakılı kurtardım. O günden bu yana her evinin önünden geçtiğimde birbirimizi selamlarız. Ama bugün gördüklerim beni etkiledi. Sel su bir yağmur yağıyor. Çamurun içinde. Bir yanda kakası bir yanda mama yediği boş yoğurt kapları. İçine bile giremediği küçük bir kulube. Zincir yine boynunda. Duvarda ayak izleri. Bu sabah beni selamlamadı. Sadece baktı.
Şimdi ben mi yanlışım, bu köpeklerin sahipleri mi? Sanırım bende sorun var. Çoğunluk böyle olduğuna göre uyumsuz olan benim. Gereksiz duyarlılık, hatta duygusallık gösteriyorum. Zaten her konuda bir gariplik var bende. Herkesin gördüklerini görmüyorum. Benim gördüğümü zaten başkaları fark etmiyor. Bazen düşünüyorum da yan yana hep bir arada yürüdüğüm bu insanlarla aynı dünyada mı yaşıyoruz diye.

Bugünki niyetim:
İnsanların yaşama sevinci ile dolmaları. Bu yaşama sevincini çevreleriyle paylaşmaları. Birlikte yaşadıkları insanların farkında olmalarını, onlara sevgilerini gösterebilmelerini diliyorum. Ancak o zaman sevileceklerini anlamalarını. Karşılıksız sevgi vermekten kaçınmayan köpekleri de duygusal açlıklarını bastırmak için kullanmamalarını diliyorum.

1.05.2012

Kapanın bile elinde kalmıyor

Hediye gelen bir yeleği değiştirmek için şehire gittim. Mağazanın vitrininde indirim ilanları görünce sevindim. İndirimli reyonlara bakarken bir ürün beğendim hediyeyle aynı fiyat olduğunu görünce almaya karar verdim. Meğer seçtiğim ürünün sadece bir rengi indirimdeymiş o rengi de beğenmediğim için çaresiz aradaki farkı ödemek zorunda kaldım. Sonra çekirdek kahve almak için Starbucks'a gittim. Paket kahve alanlara bir içecek hediye ettiklerini öğrenince memnun oldum. Kahvemi kağıt bardak yerine mugda istediğimi söyleyince kasadaki görevli kaşlarını kaldırıp: "Hepsi bulaşık" deyiverdi. Ben de kaşlarımı onunkilerden daha yukarı kaldırıp "yıkayın o zaman" diye yanıt verince, görevlinin yanında hemen bir başka görevli belirdi ve yetkili bir sesle "hemen yıkarız" diyerek duruma el koydu. Bekleme sırasındaki yerimi alırken şehirli edepsizliğimin nüks etmesinin rahatsızlığını duyuyordum. Şehirde geçirdiğim birkaç saat unuttuğumu sandığım alışkanlıklarımı uyandırıvermişti. Uzun bir bekleme süresinin sonunda kahveme kavuştum. Sıra oturacak bir yer bulmaya gelmişti. Birinci, ikinci ve üçüncü seçeneklerimin kapılmış olduğunu görünce çaresiz, romantik bakışlarla gülüşen bir çiftin ve alışveriş molası veren iki hanım arasına sıkışıverdim. Fısıldaşan sevgilileri rahatsız etmemek ve hanımların sıgara dumanından kaçmak için uğraşırken kahvemden bir yudum aldım. Kızgın sıcak bir o kadar da tatsız bir sıvı ağızımı doldurdu, zor yuttum. İçtiğim şeyin sadece kokusu kahveye benziyordu. Önümdeki masaya kalabalık bir grup oturmaya yeltenince içimdeki şirretlik damarı bir atak daha yaptı. Kahveyi baristanın suratına fırlatmamak ve etrafımı saygısızca saran insanlara hadlerini bildirmemek için kendimi zor tuttum. Derin bir nefes alıp olay yerini kibarca terk ettim. Eve dönmeden yolumun üzerindeki supermarkete uğradım. Beğendiğim marka sütte promosyon vardı. İki tane alınca ikincisi %50 indirimliydi. Dört tane aldım. Jetkasaya gittim aldıklarımın barkotları okuttum ve ödememi yaptım. İşlemi kendim yaptığım için fişimi kontrol ettim. O arada fark ettim ki aldığım sütlere tam fiyat ödemişim. Danışmadaki görevliye durumu anlatınca. Önce "kampanya bitti" dedi. Ben "reyonda ilanı vardı" diye ısrar edince de "yetkilisine" sordu. Sonunda özür dilediler ve yanlışı düzelttiler ama geçen zaman içinde yırtıcı bir hayvan gibi beni zorlayan cadı halimi susturmak için yorgun düştüm. Eve vardığımda saldırgan ve öfkeli bir canavara dönüşmekten kıl payı kurtulduğumu hissediyordum. Hemen kendime bir kahve yaptım. Bahçemde güneşli bir köşe bulup o mis gibi kokulu iksiri yudumlamaya başladım.

Bugün şehirli insanlara şifa diliyorum

Uzun sıralarda bekleyip sahte kahveler içen, yalancı indirimlerle mutlu olan, kalabalıklar içinde kendi köşesini bulmaya çalışan şehirli insanlara sevgi gönderiyorum. Her gün çeşitli şekillerde içinde itilip kakılan, sürekli birileri tarafından aldatılan, tetikte yaşayarak hayatta kalmayı başaran savaşçılar onlar. Hayaller için savaşıyorlar. Her biri en güzel hayali kapmanın peşinde. Oysa hayal bu, kapanın bile elinde kalmıyor.